Ümran Avcı – Neslihan Önderoğlu, “Cüret” adlı romanıyla Duygu Asena Roman Ödülü’ne layık görüldü. Gerekçede ‘kimsesizlerin ve toplumda yerini bulamayanların direncinin anlattığı romanda anlatı dilinin yetkinliğine vurgu yapıldı. Temaların dağılmadan bütünlüğe taşındığına dikkat çekildi. Yazar, “Cüret”te henüz 12 yaşındayken İstanbul’da bir aileye evlatlık verilen Gül’ün hikâyesi üzerinden sığınmacılara ve ötekileştirme sorununa odaklanıyor. Sığıntı gibi yaşadığı evde Cezlan adına veda eden Gül, onca dışlanmaya rağmen yüreğindeki sevgiyle hayata tutunuyor. Evin engelli çocuğu Oğuz’la aynı hapisliği yaşayıp aynı kaderi paylaşıyor. Önderoğlu, romanında Gül’ün kalbindeki sevgiden aldığı güç ile yaşamını değiştirebilmek için nelere cüret edebileceğini anlatıyor. Kötülüğün en vicdanlı insanı bile kendi tuzağına çekebileceğini, gözü dönmüş insanların ‘milliyetçilik’ zırhıyla ‘ötekilerin’ katiline dönüşebileceğini gösteriyor
“Cüret” ile Duygu Asena Roman Ödülü’nü aldınız. Asena’nın sizdeki yerini konuşarak başlayalım isterim.
Duygu Asena, kadın hareketinin bu ülkedeki simgeleşmiş ve öncü isimlerinden biri elbette. Pek çok şeyin konuşulmasının tabu olduğu bir dönemde kültleşmiş romanı “Kadının Adı Yok” ile o çağda pek çok genç kadının hayatına damgasını vurmuştur. Biz kadın hakları konusunda eğer bugün bir küçük de olsa bir ilerleme kaydedebildiysek, en azından haklarımızı savunmayı, gerektiğinde şiddete karşı durabilmeyi öğrendiysek bunda Duygu Asena’nın açtığı yolun katkısı büyük. Ayrıca kadın sorunlarını edebiyat aracılığıyla dile getirmesini de bir yazar olarak çok değerli buluyorum.
Bir boğaz eksilsin diye çocuk yaşında el kapısına bırakılan Gül’ün hikâyesi birçok kız çocuğunun başına geliyor ne yazık ki. Kimi evlatlık olarak, kimi evlendirilerek kurban ediliyor.
Evet, bu ülkemizin acı gerçeklerinden biri. Besleme veya evlatlık adı altında modern köleler aslında bu kızlar. Çoğunlukla ülkenin ekonomik olarak geri kalmış bölgelerinden aileleri tarafından bir anlamda satılıyorlar ve daha sonra da boğaz tokluğuna bakıcılık ve hizmetçilik yapıyorlar gittikleri yerlerde.
Sığınmacılara, mültecilere yönelik linç hikâyesini okuyunca kendi adıma “Bu kadarı olmaz” diyemedim ne yazık ki. Bir karakterin o kaos ortamında sesini yükselterek, “Kapıya gelen yabancıyı aç göndermezken bize ne oldu böyle?” sorusunu herkes yüksek sesle dile getirip hatta kendi kendine sormalı.
Biliyorsunuz bu tür kaos ortamları aslında bir kıvılcıma bakar. Kimse o kıvılcımın nereden çaktığını, ilk nereden baş gösterdiğini bile bilmez genellikle. Zaten bunun pek bir önemi de kalmaz bir eşikten sonra. Ve o eşiği geçince de artık kimin dost kimin düşman olduğu birbirine karışır. “Cüret”te de aynen böyle oluyor. ‘Bir şey’ olmuş. Sokaklara bakınca bu çok belli ama bunun tam olarak ne olduğu konusunda sadece spekülasyonlar var. Her kafadan bir ses çıkıyor, tahminler yürütülüyor, herkes birbirine kuşkuyla bakıyor. Böyle etnik temele dayalı linç girişimlerinde o güne kadar milliyetini sorgulamadığınız, en yakınınızdaki insanlar bile muhtemel düşmanınız hâline gelebilir. Çünkü herkes birbiri için ötekidir artık.
‘Unutarak başa çıkıyoruz’
Kötü insanlarla bir arada olmanın en masumuna bile neler yaptırabileceğini görüyoruz. Her katil cani midir sorusu geliyor akla.
Kötülük tıpkı iyilik gibi bulaşıcı bir şeydir. Çünkü etrafınızda yer alan, size veya sevdiklerinize bir tehdit oluşturan kötülükle başa çıkabilmek için sizin de aynı yolla cevap vermeniz, başka bir yol kalmamışsa kötü olmanız gerekebilir. Romanda olan da bu. Evdeki tek can yoldaşı olan ve sevgisiyle o evdeki hayata tutunmasını sağlayan, bakıcılığını yaptığı engelli Oğuz karakterine annesinin bir zarar vereceğini anlayınca onu kurtarmak adına besleme Gül de kendince yapabileceği şekilde karşılık veriyor. Bu kötülük müdür, yoksa hukuki terimlerle söyleyecek olursak nefsi müdafaa mıdır, orası tartışılır.
“Geçmiş her zaman geleceğin üstüne gölgesini düşürür” diyor kitabın kahramanlarından Resul. Bunu ülkelerin kaderiyle de ilişkilendirmek mümkün herhalde?
Çok doğru. Geçmiş ancak unutulmadığı ve ders alındığı sürece bir insanın ya da bir ülkenin geleceğine ışık tutabilir. Daha önce “Filler ve Balıklar” isimli kitabımı yazarken de aklıma taktığım bir sorundu bu: Unutmak, hafıza, neyi unutmayı seçeriz, nasıl unuturuz vs. gibi konular. Ne yazık ki balık hafızalı bir toplumuz. Geçmişimizde çok fazla toplumsal travma olduğu hâlde bunları çok kolay unutabiliyoruz. Belki de ancak unutarak başa çıkabiliyoruz. Bu da geçmişten ders alma dediğimiz şeyi engelleyip tarihin tekerrür etmesini kolaylaştırıyor.