Can Şişman / Milliyet.com.tr – Taliban üyeleri silahlarını ve kar maskelerini toplayarak odaya girdi. 6 kişilerdi. Suratını sert mizaçlı Avustralyalı kameramana çevirdiğinde tecrübeli gazetecinin sessiz bir şekilde yerdeki detayları incelemeye koyulduğunu fark etti. Tercümanı ise gözlerini kapatmış bir şekilde içinden dua ediyordu. İki arkadaşıyla birlikte karşılarındaki adamlar tarafından saatler önce rehin alınmışlardı. 61 yaşındaki kıdemli savaş muhabiri Alex Crawford, daha önce birçok kişinin yapamadığını yapmış ve dünyanın en zorlu bölgelerine gidip şahit olduğu tüm anları saniye saniye kaydetmişti. Kıdemli savaş muhabiri bu kez çaresizdi. Kaybedecek hiçbir şeyi yoktu. Çevirmeninin dehşet dolu bakışları altında karşısındaki 6 adama şunları söyleyecekti: “Gerçekten annene ya da kız kardeşine böyle mi davranırdınız? Utanç vericisiniz.” Crawford, gözlerinden çıkan ateşle her bir Taliban üyesinin gözünün içine baktığında adeta ölüm ve hayat arasında bir çizgide dans ediyordu. Karşılarındaki kadının bakışları, ses tonu ve vücut dili karşısında şaşkınlığa uğrayan Taliban üyeleri, sadece Crawford’un hayatta kalmayı nasıl başardığını aktarabilmesine izin vermedi, aynı zamanda döndüğü günden beri bitmek bilmeyen savaşlar içinde gazetecilik yapmaya çalışan savaş muhabirlerinin ne denli zorlu anlarla burun buruna geldiklerini de bir kez daha hatırlattı.
Coşkun Aral
‘CEMSELER SİLAHLI ASKER DOLUYDU’
Türkiye’de ‘savaş muhabiri’ denildiğinde akla birçok isim geliyor. Belgeselci, gazeteci, muhabir ve televizyon yapımcısı Coşkun Aral da o isimlerin başında. Onun savaş muhabirliğine uzanan ve dünya çapında ses getiren karelerin mimarı olarak anılmasına yardımcı olan hikâyesi ise Siirt’te başlıyor. Aral, savaşın çirkin yüzüyle henüz 4.5-5 yaşları arasında Siirt’te tanışmış. Şiddet her çocuk gibi onda da büyük bir travma yaratmış. Aral, silahla tanıştığı ilk anı şöyle anlattı: “Ailem Cumhuriyet’in kuruluşundan beri un fabrikası sahipliği yapan, bölgenin kalkınmış ailelerinden biriydi. Öğütülmek üzere getirilen buğday, Siirt dışındaki 60-70 kilometre mesafeden kamyonlarla geliyordu. O kamyonların önünde ve arkasında birer cemse vardı. O cemseler silahlı asker doluydu. Fabrikamıza gelme nedenleri o 1-2 kamyon buğdayı korumaktı.”
“İlk silahla tanışmam o askerlerin ellerindeki piyade tüfekleri sayesindeydi. Garip bir geçişe tanık olduğumu haıtırlıyorum. Mavzer diye bir Alman tüfeğiyle bizim Türkiye’de yapılan M1 piyade tüfeğini hatırlıyorum küçük yaşta. Gelen askerlerin elinde önce mavzerler vardı, sonra m1 piyade tüfekleri vardı. Daha sonrasında da bizim bölgede giderek yaygınlaşan 70’ler sonrası G3’ler ve G1’ler vardı.”
Çocuk yaşta yalnızca silahlarla değil cesetlere de tanıklık etmiş Coşkun Aral. Bölgede yaşanan çatışmalarda ölenlerin cesetlerini fotoğraflardan görmüş. Aral, çocuk yaşta yaşadığı sert tanıklığı şu sözlerle aktardı: “Savcılığın fotoğrafçısı yoktu o dönem. Bölgede benim çok yakın dostum olan bir ağabeyim, cesetlerin fotoğraflarını çekiyordu. Bu şekilde görüyorduk o cesetleri. O insanların G1, G3 mermisiyle ne hale dönüştüğünü çocuk yaşta anlamlandırmaya çalışıyorduk. İran’daki devrimden önce Talabani ve Barzani’nin birbirlerine nasıl girdiklerini de gördük, babama suikast düzenlendiğinde silahın bize karşı yöneltilmesini de. Bunlar benim çocukluktaki ilk travmalarımdı.”
‘TANK ENKAZLARININ ARASINDA OYUN OYNUYORDUK’
Coşkun Aral, Siirt’te çocukken geçirdiği tüberkülöz hastalığı yüzünden ciğerlerinin neredeyse yarısını kaybetmiş. Bu yüzden daha iyi şartlar altında okula başlaması için 5 yaşında Siirt’ten İstanbul’a, halasının yanına gönderilmiş. Ancak Siirt’ten İstanbul’a geldiği için verem savaş raporu alamadığı için okula kaydolamamış. Bir yıl boyunca Oruçgazi İlkokulu’nda ‘misafir öğrenci’ kontenjanından okula dahil olan, bu süreçte adı hiç söylenmeyen, arkadaşları tarafından ‘Kuyruklu Kürt’ denilerek dalga geçilmeye çalışılan Aral, yıllar sonra ‘çocukluk travması’ olarak göreceği bir başka olayı şu sözlerle anlattı:
“İstanbul’da çocukların acımasızlığını gördüm. ‘Ben burada oturamam’ dedim ve halamın güzel ortamını bırakarak Siirt’e döndüm. İlkokul 2’nci sınıfta bir astsubay giriyordu derslerimize. Yine o dönemde askeriyenin unu babamın fabrikasında öğütülüyordu. Babamın sürekli gittiği mekan da askeriyenin lokantasıydı. Bu askeriyenin ortasında bir çocuk bahçesi vardı. Siirt’teki tek çocuk bahçesiydi burası. Orada diğer arkadaşlarımızla tek bir oyunumuz vardı. Kore Savaşı’ndan sonra gönderilen, olduğu yerde çökmüş bir halde duran tank enkazları. O tank enkazlarının içine girip tur atıyorduk, oyun oynuyorduk.”
‘O İKİ DERGİ BENİM DÜNYAYA AÇILAN PENCERELERİMDİ’
Coşkun Aral, sağlığı kötüye gittiği için 13 yaşında tekrar İstanbul’a gönderilmiş. Eniştesi ve babası arasındaki para meselesinden ötürü çalışmaya karar vermiş. “Her yerde çalıştım” diyor Aral ve şöyle anlatıyor: “Okulda fotoğraf çekiyordum. Elektronik eşya tamirciliğinde, Tophane’deki Amerikan pazarında çalıştım 17 yaşıma kadar. Oyuncak yapıp sattım. Hatta Fatih Postanesi önünde 10 kuruşa alıp 25 kuruşa satmak yerine 1 liraya satmak için oraya çöreklenmiş kartpostal mafyasından dayak bile yedim. Ben 25 kuruşa, onlar 1 liraya satıyorlardı. Beni bugünkü Fatih Caddesi’ne doğru kovalıyorlardı. Ancak benim kafamda zaten başka şeyler vardı. Hayat dergisi ve Doğan Kardeş dergileri benim için birer hazineydi. Dünyada olup bitenleri bu iki dergiyle öğrendim. Son sayılarına kadar aldığım bu iki dergi benim dünyaya açılan pencerelerimdi.”
Coşkun Aral: “İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesini ‘Galile İçin Barış’ diye tanıtması var. Haziran : 1980’in ilk haftası. İsrail bütün dünyaya ‘Filistinli teröristleri yok etmek için Lübnan’a operasyon düzenledim’ diyor. Ben gittim, tam aksine sivillerin yaşadığı yerler bombalanıyordu. Onun fotoğrafı çıktı 20 Haziran’daki Time dergisinin kapağında. Bu fotoğrafla ABD toplumu sivillerin bombardıman altında koşuşmalarına tanıklık etti. Kurbanların kadın ve çocuklar olduğu net bir şekilde görülüyordu.”
Siirt’e atanan ilk doktor dayısı olunca o da doktor olmaya karar veriyor önce. Dayısına asistanlık yaparak yardımcı olmaya çalışan Coşkun Aral, gelecekte nasıl bir meslek yapmak istediğine zaman içinde karar verdi. Dergiler sayesinde tanıdığı, daha sonradan dost olacağı Ara Güler gibi fotoğraflar çekecek, Gökşin Sipahioğlu gibi dünyayı dolaşacaktı. Ressam Abidin Dino da yıllar içinde dostu olacak, hatta ressamın evinde tanıştığı ve daha önce kitaplarını hiç okumadığı İngiliz yazar ve sanat eleştirmeni John Berger’le de sohbetler edecekti.
‘HEP İÇİME SİNENLERİ YAPTIM, EVRENSEL OLSUN İSTEDİM’
Kuzeni Fahri Aral yayıncı olunca, Coşkun Aral da gazeteciliği ve fotomuhabirliği seçmeye karar veriyor. “Cezaevleri arasında mektupları getirir götürürdüm. Fotoğraf çekip cezaevine girerdim. Fahri ağabey bana bir fotoğraf makinesi vermişti. Kafamda fotoğrafçılık vardı artık. İlk çektiğim fotoğraf Hasankeyf’ti. Sular altına gömülünceye kadar enerjimin en yoğunlaştığı bölgelerden biriydi Hasankeyf. Son gidişimde hüngür hüngür ağladım son haline” diyen Aral, fotoğrafın kendisi için anlamını şöyle ifade etti:
“Fotoğraf benim için bir belge bırakmak. Unutulmasın derdine düşüyorum. Ben unutmayayım, kimse de unutmasın ama unutuyorum. 2008’de Fransız Le Figaro tarafından seçilen fotoğrafımı ben unutmuştum, Hollandalı bir profesör geçenlerde hatırlattı. Unuttuğum çok anı var. Benim o fotoğrafları çekip tarihe geçmek gibi bir derdim yok. Hayat biçimi olarak yaşıyor, bıraktığım izlere bakıyorum. ‘Bir kere yaptım, durabilirim’ diye düşünmüyorum. 16 bin yıl önce mağaraya sığınmış bir homosapiens olsaydım bunu çöp adamlarla yapardım. Hep içime sinenleri yaptım. Evrensel olmayı da çok istedim bunu yaparken. Yerelden yola çıkıp evrenselle buluşmak çok önemli.”
‘CAN’I İKNA EDEMEDİĞİM ZAMAN KORKUYORUM’
– Çocukların çocukluğunu yaşayamadığı kuşaklar hep var. Üstelik dünyanın en gelişmiş ülkeleri de bu travmaları yaşattı çocuklara. Gezip dolaştıkça ve çocukların dünyasına girdikçe onlar için hiçbir şeyin bir anlam ifade etmediğini bilmiyorum, tabii eğer müdahale ya da manipülasyon olmazsa. Türkiye’de bir çocuk partisi kurulmasını çok isterim, hatta seve seve danışmanlık bile yaparım.
– Şu anda Ukrayna’ya gitmeyi çok isterdim ama gidemedim. Engebeli bir topoğrafya orası. Yürüme güçlüğümden ötürü bana yardımcı olmak isteyen 3’üncü kişiler risk altındadır. Neden benim yüzümden bir insan ölsün?
– Paranoyaklık düzeyinde çok korkularım oluyor. Diyelim Can şu anda Ukrayna’ya gitmek istiyor ve bana ‘Ben yaparım’ diyor. Ben Can’ı ikna edemediğim zaman korkuyorum.
– Olumluluk ve değişim kadar olumsuzluk ve yok oluşlara da tanıklık ettim. Yaşadıklarım bende kayıtsızlık yaratmadı.
– Hiçbir şeye mutlak sevinemem. Kendimce nazar boncuğu koymak istiyorum hep, hiçbir şey beni ‘çok mutlu’ etmesin diye. Mutluluk ve mutsuzluk arasında bir denge var.
– Siirt’teki Mücadele gazetesinde yere düşen kurşunları toplayıp sağdan sola bunları dizdiğim zaman ileride gazeteci ve fotomuhabiri olacağımı biliyordum.
“Benim kucağımda çocuk vuruldu. Bir şarapnel parçası çocuğun boynuna gelmiş ve onu öldürmüş. O anda ne yaptım bilmiyorum. Ancak o andan sonra ‘Bir de ben ölseydim’ dediğim olmuştur. Yine Lübnan’da tanık olduğum bir olay var. Washington Post’ta yayımlanmıştı fotoğraf. Lübnan’da ateş altında kalan bir arabanın içinden bir kadın çıkartıyorum, direksiyondaki yaralıya yardımcı oluyorum ve bu sahne dünya televizyonlarında da gösteriliyor. O esnada fotoğraf çekiyorum. Fakat ben bu olayı hiç hatırlamıyorum. Ancak fotoğraf çektiğimin fotoğrafı var. Bisiklete binen, yüzen insan gibi oluyorsun. Yüzerken kulaçlarını atmayı düşünüyor musun? Otomatikleşiyorsun. Çok yaptığın zaman heyecanını yitirmiyorsun.”
‘LAHEY’DE BELGE OLACAĞINI DÜŞÜNEREK ÇEKİYORUM’
Fotomuhabirliği ve savaş muhabirliğini Türkiye’de kahraman gibi gören gençlerinin sayısının çok olduğunu söyleyen Coşkun Aral, asıl önemli olanın insanlara dokunmak, insanlığa dair geçmişten geleceğe bir köprü görevi olmak olduğunu söylüyor. Aral, “Ben olayın 20 sene sonra bir insanlık suçu olarak düşünülüp belki Lahey Adalet Divanı’nda belge olarak kullanılabileceğini düşünerek çekiyorum” diyerek bir savaş muhabiri olarak neden Türkiye’de ve dünyada, yerel ve küresel çapta adından saygıyla bahsedildiğini de kendi ağzıyla cevaplamış oluyor.
Bünyamin Aygün
‘SENİN PARAN ÖDENDİ, ERDOĞAN ÖDEDİ’
2013’ün son günlerinde Milliyet gazetesi muhabiri olarak görev yaptığı sırada Suriye’de kaçırılan ve 40 gün rehin tutulduktan sonra özgürlüğüne kavuşan Bünyamin Aygün, Türkiye’de savaş muhabirliği denildiğinde akla gelen bir diğer isim. “Kariyerim boyunca birçok anı biriktirdim” diyen Aygün, en unutamadığı ve duygulandığı anılarından birini şöyle anlattı:
“Olay, 2012 yılında Gazze’deki İsrail askeri saldırıları sırasında meydana geldi. Çatışma sesleri, düşen roketler, sağa sola giden ambulansların siren sesleri birbirine karışıyordu. Bombaların etkisiyle çıkan yangınlardan ortalığı saran dumanlardan göz gözü görmüyordu. Saldırıların tam göbeğinde foto muhabiri olarak giysilerim, yüzüm, gözüm toz toprak içinde kalmıştı. Sıcaktan ve tozdan boğazım kurumuş artık nefes alamayacak duruma gelmiştim. Su bulabileceğim bir yer ararken gözüm bir bakkal dükkanına ilişti. Çevredeki her şey yıkılmış ve dağılmış haldeyken sanki hiçbir şey olmamış gibi korkusuzca acil ihtiyaç sahiplerini düşünen, minik 4 metrekarelik bakkal dükkanı açıktı. İçeri girdiğimde hiç istifini bozmayan bakkal, belli ki her gelen muhabire davrandığı gibi davaranarak bana, ‘Nerelisin?’ diye sordu. Ben de ‘Türk’üm’ yanıtını verdim. Bir anda bana sarıldı. Anlayamadım başta, gülümsedim sadece. Gazeteciyim diye seviniyor zannettim. O dönemde, pek çok büyük ülke, Gazze’den kaçabilmeleri için oraya vatandaşlık veriyordu. Ancak Gazze halkı, tüm zulme rağmen direniyor ve gazetecileri seslerini dünyaya duyuran kahramanlar olarak görüyordu. Ben fazla uzatmadan suyun parasını masanın üzerine bıraktım ama bir anda parayı alıp bana geri verdi, ‘Parası ödendi’ dedi. Yine ne demek istediğini anladım ve arkama baktım, başka birinin olduğunu düşündüm. Bir daha parayı işaret ettim suyun parasını alması için, ‘Senin paran ödendi, Erdoğan ödedi’ dedi. O zaman Başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan, Batı’nın tepkisine rağmen İsrail’in karşısında, Gazze’nin yanında olduğu yönünde açıklama yapan ender liderlerden biriydi. Bakkal devam etti, ‘Siz Türkler çok değerlisiniz, biz size gereken değeri veremedik’ dedi.”
“Bu hikayeleri, Türklere sempati duyan insanların çıkışlarını hep duyardım ama bir Gazze mağdurundan duymak beni fevkalade üzdü ama bir o kadar da gururlandırdı” diyen Aygün, şöyle devam etti: “Bir şişe su basit gibi gelse de o dönemde Gazze’de çok değerliydi. Sular, Mısır sınırındaki Sina Çölü’nü geçerek Gazze’ye tüneller aracılığıyla gizlice getiriliyordu. Normalde bir dolar değerinde olan su, o dönemde orada 15-20 dolara kadar çıkıyordu. Ancak burada paradan daha önemli bir şey vardı. Bir ülke liderinin başka bir ülkede savaşın ortasında bile böyle anılması inanılmazdı. Gittiğim savaşların ardından, genellikle zihnimde kan, ölüm ve barut kokusu kalırken, benim aklımda bu anı, bu gurur dolu an kaldı. Bir insanın ülkesinin ve liderinin başka bir ülkede savaşın ortasında bile böyle anılması çok başka bir gurur.”
Cumhur Çatkaya
‘KAMERAMI NEREYE ÇEVİRSEM SİMSİYAH CESETLER VARDI’
2002 yılında Nevin Sungur ile beraber yaptıkları Afganistan’ın Mezar-ı Şerif bölgesindeki Cenk Kalesi’nde yaşananları anlatan ve Metin Göktepe Gazetecilik Ödülü’nü kazanan gazeteci Cumhur Çatkaya da ‘savaş muhabirliği’ denildiğinde akla gelen isimlerden biri. 2008 Güney Osetya Savaşı sırasında saldırıya uğrayan Çatkaya, 2009 yılında aynı ödüle ikinci kez layık görülmüştü. Son 25 yılda 4 büyük savaşa tanıklık ettiğini söyleyen Çatkaya, şunları söyledi:
“Hepsinden puzzle gibi parçalar kaldı aklımda. Afganistan’a 11 Eylül saldırılarının ardından gittim. ABD, savaş lordlarıyla işbirliği yaparak ülkeyi kısım kısım işgal ediyordu. Mezarı Şerif bölgesinde ele geçirilen Taliban mensuplarının bulunduğu Cenk Kalesi bir süre sonra tekrar Taliban’ın kontrolüne geçti. ABD güçleri günlerce bu kaleyi havadan ve karadan bombaladı. İşte bu kaleye ilk giren gazeteciyim. İçeri girdiğimde yüzlerce yanmış ceset görüntüsüyle karşılaştım. Kameramı nereye çevirsem üstünde duman tüten simsiyah olmuş cesetler vardı. Toplu ölüm denilen şeyi ilk defa burada gördüm. O görüntüleri unutamam.”
‘KURŞUN KAFAMI SIYIRDI, CAM PARÇALARI GÖZÜME SAPLANDI’
2008 yılındaki Güney Osetya Savaşı’nda yaşadıklarını “Hayatımda ilk defa ölüme bu kadar yakın hissettim kendimi” diye anlatan Çatkaya, şunları söyledi: “Gürcistan’daki Güney Osetya Savaşı’nın ilk günlerinde dört gazeteci bir aracın içerisinde yüzlerce kurşunun hedefi olduk. 3-4 dakika sürdü bu can pazarı. Bir arkadaşım gözünün birini kaybetti, öteki omuzundan vuruldu. Benim kafamı sıyırdı kurşun, gözüme cam parçaları saplandı. Aracın içinden çıkamayacağımı düşündüm. Tüm hayatım, sevdiklerim gözümün önünden film şeridi gibi geçti. Günlerce sorgulandık ama sonuçta bir şekilde ülkemize geri döndük. Hâlâ benim için mucize bir kurtuluş anısıdır.”