Doğan Selçuk ÖZTÜRK
● Adnan Bey, kariyerinize neden Maliye’de başladınız?
Mülkiye’yi (Ankara Siyasal’ı) bitirdikten sonra üniversitede kalmaya kararlıydım, o yüzden de devletle ilgili hiçbir sınava girmemiştim. Haziran döneminden sonra bir gün o sınavlara giren sınıf arkadaşlarımdan Mahfi Eğilmez ile karşılaştık, elinde Bond çanta, üstünde lacivert takım elbise. Maliye Müfettişi olduğunu ve aldığı maaşı söyleyince ben de çok daha düşük maaşı olan asistanlıktan vazgeçtim. Mahfi sonradan itiraf etti, meğer Kuruldan demişler ki “Okuldaki parlak öğrencileri ikna et bize getir.” Öyle güzel bir anımız var Mahfi ile. Uzun yıllar sonra bir panelde Mahfi Bey moderatörken ben de konuşmacıydım. Birçok yerli ve yabancı dinleyici vardı. Beni tanıtırken “Bu sağımda oturan 30 yıllık arkadaşım. Ondan çok büyük şeyler bekliyorduk. Ola ola mali müşavir oldu” dedi. Salon kahkahadan kırıldı. Ben o sırada PwC’nin başındaydım. Mahfi Bey çok espritüeldir. (Gülüyor)
PRENSLER DEVRİ BAŞLADI
● Bir süre kamuda çalıştıktan sonra özel sektöre geçtiniz.
Maliye müfettişliği devlet bürokrasisinde çok seçkin bir meslekti. Daha sonraki hayatımda çoğu konuda maliye müfettişliği bakış açısının faydalı olduğunu görmüşümdür. Bir defa büyük resmi yakalama şansı veriyor. İnsanlara liderlik etme yeteneği kazandırıyor. Ülkeyi de tanıyorsunuz. Döviz yokluğundan ancak 9. yılda yurt dışına gidebildim. 81 yılında İngiltere’ye giderek Ortak Pazar mevzuatını, İngiliz vergi sistemini inceledim, İngilizcemi geliştirdim. Dönüşte Hazine’ye geçmeyi düşünmüştüm, ancak Özal’ın gelişiyle Hazine, maliye müfettişlerine kapatıldı. Prensler devri başlamıştı.
ODTÜ kurucusu, aynı zamanda eski Maliye Bakanı Kemal Kurdaş murahhas azaydı o zaman STFA’da. “Denetim grubu kurmak istiyoruz, bir adama ihtiyacımız var” dedi. Bir banka ile de görüşüyordum, ama STFA bir devdi. Koç ve Sabancı’dan sonra gelen şirketti. Kabul ettim. Önce denetim grubunu kurdum, sonra da mali koordinatör, şu anki deyimiyle CFO oldum.
● Sizin tabirinizle bir “dev”i denetlemek nasıldı?
Farklı bir denetim anlayışı getirdim. Benden önce denetim yapanlar ufak tefek vergi usulsüzlükleri ile uğraşmışlar, ben tam aksine şirketin performanslarına bakmaya başladım. Genel müdürler bundan rahatsız oldular. Bir adam gelmiş, burada verimsizlik var, şirketin parası iyi kullanılmıyor, projelerde kârlılık hesapları iyi yapılmıyor vb. denetim raporları yazmaya başlamış. Hiç unutmam bir gün CEO Eser Bey beni odasına çağırdı. Kendisi ayrıca Sezai Bey’in manevi oğluydu. “Kardeşim sen mühendis misin?” dedi. “Yok” dedim. “Nereden anlıyorsun bizim projelerin zarar ettiğini?” Boğaz Köprüsü’ne başlamışlardı o sırada, köprü zarar edecek diye rapor yazmıştım. “Mühendis değilim ama matematiği iyi bilirim. Fen bölümü birincisiyim” dedim. CEO ile böyle bir çatışma durumuna geldik. Yaptıklarımda maliye müfettişliğinin verdiği formasyonun çok etkisi var. Biz devlette o terbiye ile yetiştik: Hazineyi korumak. Burada da şirketin öz varlığını, yani hissedarların sermayelerini korumak. Böyle bir güdüyle denetim yaptım.
Sonradan şirketlerde sorunlar çıktı. Sezai Bey’in bir politikası vardı. Şirketler büyüdükçe o şirketlerin başındakilere ufak hisseler vermiş. Fakat belli bir aşamadan sonra o küçük hisse sahipleri derebeylere dönüşmüş. Sezai Bey 90 yaşına yakınken şirkete döndü ve bütün o derebeylerini tasfiye etti.
“HAKKIDIR, ÇEKSİN”
● STFA’nın kurucuları Sezai Türkeş veya Feyzi Akkaya ile anılarınızı dinleyebilir miyiz?
Feyzi Bey ile çok yok. Çünkü Feyzi Bey az gelirdi şirkete. Çekilmişti benim zamanımda. Feyzi Bey’in zaten parayla pulla ilgisi de yoktu. Çok mütevazıydı, bilim adamı gibiydi. Alemdağ’da tek katlı bir evde inziva hayatı yaşıyordu. Sezai Bey ile bir iki anımı anlatabilirim.
Bir gemi inşaat şirketimiz vardı, Sedef Gemi. Sonradan Kalkavan’lara satıldı. Şirket sipariş üzerine Almanlara gemi üretiyordu fakat zamanlamalarda ve maliyetlerde bir sorun vardı, bu nedenle de zarar ediyordu. İşin başında olan küçük hissedarlar bana gelip dertlerini anlatıyorlardı. Yönetim Kurulu’nda onlarla konuşurken, “Kredi alacağınıza Almanları ortak edin. Böylece finansman giderinden kurtulursunuz” dedim. Onlar da “Adnan Bey, ağzınıza sağlık, biz yıllardır Sezai Bey’e anlatıyoruz ancak kendisi izin vermiyor” dediler. O arada Sezai Bey gözleri kapalı oturuyordu, ses de çıkarmadığı için herhalde Başkan Yardımcısı olarak bana bırakıyor dedim. “Almanları çağırın, ortaklık görüşmesi yapalım” dememe kalmadı güm diye masaya vurdu. Meğerse uyumuyormuş. “Gemi işinde ortaklık olmaz. O konuyu unutun” dedi. Böylece Almanlarla ortaklık projem suya düştü. İyi de bir uyarı oldu bana. Sezai Bey’in her şeyi dinlediğini anladım.
Bir başka gün, bu küçük şirketlerden birinin mali işlerinin başındaki arkadaş aradı beni. “Adnan Bey, şirketin yönetim kurulu başkanı filanca bey 500.000 dolarlık bir çek yazdı kendine.” O zaman büyük para 500.000 dolar, yıl 1990. “Ne yapayım?” dedi. “Ben Sezai Bey ile görüşüp sana söylerim” dedim. Sezai Bey’e konuyu aktardım, hiçbir şey söylemedi. Döndü, denize baktı biraz. Ben de herhalde bir şey demiyor diye kalktım. Kapıya doğru giderken tekrar sordu, “Kaç para çekmiş?” dedi. “500.000 dolar” dedim. Biraz daha düşündü. “Hakkıdır, çeksin” dedi. Çok ilginç gelmişti bana. Şöyle yorumladım, kafasından kıdem tazminatı hesabı yapmış olmalıydı. Çünkü bir süre sonra onu da ayırdı işten.
● STFA’dan neden ayrıldınız?
Her gün akşama doğru Sezai Bey’in odasına gider, konuları aktarır, gerekli imzaları alırdım. Sekizinci yılıma geldiğimde önümün tıkandığını gördüm. Buraya girdiğimde Sezai Bey ileride bana da hisse verir diye düşünürken o ortam ortadan kalkmıştı. O zaman bir istikbal kaygısına düştüm. Bir gün kendisine gidip “Efendim kusura bakmayın, size çok saygılıyım ama benim de ayrılmam lazım artık” dedim. “Niye, esas şimdi lazımsın bana” dedi. CFO idim. “Siz inşaatçısınız. Sizin yanınızda finansla uğraşan adamlar birinci adam olamaz. Ben birinci adam olmak istediğim bir işte çalışmak istiyorum” dedim. Hayır demedi. “Sen gidip şimdi başkasının bordrosuna mı gireceksin?” dedi. “Hayır, bir bordroya girmeyeceğim, Coopers’a partner olacağım” dedim. O sırada İngilizlerle konuşuyordum Coopers için. O İngiltere’yi iyi bildiği için, o zaman git dedi. Hoşuna gitti. “Ama bir şartla” dedi. “Yönetim kurulunda ayda bir bana geleceksin, başkan vekilim olacaksın.” Öyle de oldu. Daha sonra da Global Holding ve başka şirketlerde YKÜ olduğum yıllarda grup ile sürekli danışmanlık ilişkimiz olmuştur.
SİZ BİR DE BANA SORUN…
● Coopers ve ardından PricewaterhouseCoopers hikâyeniz başlıyor?
Sezai Bey’den de onayı alınca Coopers’ta başladım. O zaman Big 6 idiler, Coopers ise en küçükleriydi. Kabul ediş nedenim de buydu, meydan okuma vardı. Burayı ben büyüteceğim diyordum. Gittiğimde şirkette 20-30 kişi vardı, hepsi denetim yapıyordu. İki sene sonra üçüncü sıraya yükseldik. Hem vergi danışmanlığını hem de yönetim danışmanlığını kurduk. Ondan sonra kurumsal finansman bölümünü geliştirdik. Temelde vergi bölümünden sorumluydum ama bütün bölümlerin pazarlamasına da bakıyordum. İkinci olmaya kararlıydık ama bir gün sürpriz bir gelişme oldu. Coopers ve Price birleşmeye karar verdiler dünyada, öyle olunca bizde de birleşme kaçınılmaz oldu. Bu karar benim için hiç olumlu değildi. 6 ay önce Coopers bizim başarımızı görüp Türkiye’deki hisselerini bize devretmişti, patron haline gelmiştik. Büyük hisse bendeydi. Bir anda patronluktan tekrar partnerliğe dönüş yaptık. Çok başarılı bir birleşme oldu ama siz bir de bana sorun onun içinde ne gaileler atlattık, kaç tane parlak arkadaşımızı kaybettik, ne anlaşmazlıklar yaşadık.
Price’in başında bir Amerikalı vardı. O sırada onun yardımcısı da Cansen Başaran idi. Amerikalı emekli oldu. Biz Cansen ile ikimiz görücü usulü evlenmiş olduk. Bizim şirketin adı Başaran Nas oldu. O denetimciydi, ben vergiciydim. Dolayısıyla birbirimizi tamamlıyorduk. Açık ara bir numaraya yükseldik. Coopers döneminde başlattığımız gayrimenkul danışmanlığı, gümrük danışmanlığı gibi inovatif hizmetlerle başarımızı perçinledik.
İsveçliye naylon faturayı anlatmak çok zor işmiş
● Yabancı şirketlere verdiğiniz hizmetlerden aklınızda yer edinenler var mı?
Volvo’nun Türkiye’deki ilk kuruluşunu yapmıştım. Onu kurarken bir genel müdür geldi İsveç’ten. Tatlı bir adamdı. Arada bir sohbet ediyor, yemek yiyorduk. Bir gün telefon etti bana, “Adnan gümrükteki malları çekemiyoruz, bizim mali işler müdürü bir şeyler anlatıyor, anlamıyorum” dedi. Gidip baktım. Malum ithalatta devletin naylon fatura soruşturması vardır, bunların mallarını da soruşturma esnasında bekletiyorlar. “Herkese bu soruşturmayı yaparlar, alttaki şirketlerin faturalarını incelerler, biraz zaman alır” dedim. Ancak adama bir türlü naylon faturanın ne olduğunu anlatamadım. Bir İsveçliye naylon faturanın ne olduğunu anlatmak çok zor bir işmiş. Adamın ahlakında öyle bir şey yok ki…
Kimse derdini anlatmaya yanaşmadı
Mehmet Şimşek’in Maliye Bakanı olduğu zaman, bir vergi aff ı tebliği yayınlanmıştı. Bu tebliğ bütün mükellefl eri bu aftan yararlanmaya zorluyordu. Birçok yabancı şirketin Türkiye’deki temsilcilerinin olduğu bir heyeti o zamanın Başbakanı Erdoğan’la görüştürdüm. Yabancı sermayenin dertlerini dinlemek üzere zaman ayırdı Sayın Başbakan. Ancak söz alan herkes teşekkür edip sözü diğerine bırakıyordu. Kimse dertlerini anlatmaya yanaşmadı, başbakanla görüşmeye de alışık değillerdi, çekinmişlerdi. İş başa düştü. “Efendim” dedim, “Bu arkadaşlarımız patron değil, profesyoneller. Yurt dışına rapor veriyorlar. Genel merkezlerine nasıl desinler ki biz vergi aff ından yararlanacağız, sen vergi mi kaçırdın diye adamları işten atarlar.” Sayın Başbakan durumu anladı ve “Hemen yarın yeni bir tebliğ çıkarın, yabancı şirketleri bu uygulamadan muaf tutun.” diye talimat verdi. Böylece yabancı şirketlerin yetkilileri rahat bir nefes aldılar.