Geçen hafta Everest’e tırmanma hayallerimin peşine düşüp nasıl Nepal’e doğru tek başıma seyahate başladığımı ve Lukla’ya ulaştıktan sonra yaşadığım maceraları yazmıştım. İstanbul’dan başladığım yolculuğum, gün geçtikçe kendi sınırlarımı bile aştığım heyecanlı bir deneyime dönüştü. İlk durağım Katmandu’ydu. Burada beni baharat kokuları, motor kornaları ve yoğun trafik karşıladı.
Yolculuğumun zorlu geçeceğini düşünmeye başlamıştım ki tekrar uçağa atladığımda fikrim tamamen değişti. Yemyeşil Himalayalar’ın üzerinde süzülürken ‘Bahar bu bir rüya değil!’ dedim. Base Camp’e doğru tırmanışa başladığımda sıkıntılarımın yerini heyecan aldı. Bir ara yanımdan geçen yaklar yani Tibet öküzleri kavga etmeye başlayınca az kalsın boynuzu yiyordum ama neyse ki bunu da kazasız atlattım. Bu hafta asıl tırmanışa, 3.800 metreden sonrasına geçiyorum…
İçimde atlar koşuyor
Yolculuğumun beşinci gününe şaşılacak derecede enerjik uyandım. Uzun süre manzaranın tadını çıkararak yürüdüm. Fakat sonra yokuşlar ve yüksek irtifa başladı. Zor azizim, zor… İçimde atlar koşarken yavaş çekim adımlarla nefes nefese hedefe varmaya çalışıyorum. Bazen içimden ‘İnsan kendine bunu neden yapar?’ diye söyleniyorum ama vazgeçmiyorum da. 4.000 metreye ulaştığımda etrafta ağaç da kalmıyor. Açık alandayız, direkt rüzgârı yiyoruz. Bir taraftan güneş burnumu yakıyor ama rüzgâr insanı donduruyor. Bu ne yaman bir çelişki…
Her sabah yüzümün sağ tarafına yumruk yemişim gibi uyanıyorum. Sen neymişsin yüksek irtifa! Başımın ağrısı dayanılacak gibi değil. En azından nefes alabiliyorum diye mutluyum, oksijen de azaldı zira. Ama manzara harika! Everest’i görmek istiyorum fakat 6.812 metre yükseklikteki Ama Dablam Dağı bir an bile beni bırakmıyor. Fotoğrafların fonunda hep o var. Muhteşem bir detay. Altıncı günde daha da dik bir tırmanışa başladık. Yüksek irtifa nedeniyle hareketler oldukça kısıtlanıyor ve nefes nefese kalıyor insan. Normalde hedef 5.500 metreydi ama sisin geldiğini görünce geri dönüşe geçtik. Birkaç gündür yemek yiyemiyorum. Kendimi zorlayıp biraz atıştırıp yatıyorum.
Türkiye’ye selam olsun!
Yedinci günümde dört mevsimi ayna anda yaşadım. Bir anda kar yağmaya başladı örneğin… Tam zamanında atmışız kendimizi Lobuche’ye. Sona yaklaştıkça şartlar iyice zorlaşıyor. Üzerimize ne bulduysak giydik. Rüzgâr dayanılır gibi değil. Şaka maka 7 gündür yürüyorum. ‘Her şeye rağmen seni göreceğim Everest’ diyerek yolculuğumun sekizinci gününe başlıyorum. Kahvaltı sonrası yine tırmanışa geçiyoruz. Öğleye doğru Gorakshep’e ulaşıyoruz. Heyecan dorukta. Günlerdir bunun için yollardaydım ama yüksek irtifa sebebiyle nefes almak iyice zorlaşıyor. Base Camp’ın olduğu yerden Everest’in çok küçük göründüğünü biliyordum. Yukarıdan aşağıdaki turuncu çadırlara bakıyorum. Sonra ağır adımlarla aşağıya iniyorum. Fotoğraflarını gördüğüm ‘Everest Base Camp 5.364 m.’ yazısı karşımda işte! Kayanın üstüne çıkıp “Başardım, buradan Türkiye’ye selamlar” diye haykırıyorum. Zıplamalarımı gören, dilimi bilmeyen insanlar beni alkışlamaya başlıyor.
Ben de onları alkışlıyorm. Hepimiz bu kutlamayı hak ettik sonuçta. Dokuzuncu günde Kalapathar’a tırmanıp gündoğumunu izleyeceğim, hem de eksi 17 derecede. Kat kat ne bulduysam giyiyorum. Kafama lambamı takıp sabahın kör karanlığına dalıyorum. Dağa baktığımda insanlar çoktan tırmanmaya başlamışlardı, ateşböcekleri gibi görünüyorlardı. Ben de canımın kalan son kırıntılarıyla yürümeye odaklanıyorum. Manzaranın en iyi göründüğü zirvenin burası olduğunu söylüyorlar. Normalde güneş doğunca Everest altın gibi parlıyormuş. Belki mevsimi değildi bilemiyorum ama böyle bir güzelliğe tanık olamıyoruz. Onuncu günümde aşağılara indikçe ve yüksek irtifa baskısı üzerimden kalktıkça, giderken göremediğim o güzel manzaralara daldım. Meğer ne muhteşem yerlerden geçmişim ve asıl önemlisi ne kadar çok tırmanmışım. Öğlen başlayan yağmur etrafı daha güzel hale getiriyor. Yukarıdan sisli dağlara bakıyorum ve ne kadar çok Karadeniz’e benzediğini fark ediyorum. Orada yaşayan arkadaşlarım bu manzarayı görse “Ha bu duman için uraya mu gittun” derlerdi.
Yokuş aşağı uçarak indim
İşte son gün geldi ve ben dönüş yolundayım. Tam 18 kilometre yürüyerek Lukla’da uçağa kavuşacağım. Namche Bazar’dan çıkış devamlı yokuş aşağıya ilerliyor, yer yer de merdivenler var. Bir kaptırmışım kendimi, sanki uçuyorum. İrtifa da devamlı düştüğü için eski enerjime kavuştum. Nerde o 5.000 metrelerde adım atarken nefes nefese kalan Bahar? En sonunda başladığım noktaya dönebildiğimde gözlerim doluyor. Havaalanına ulaştım. 500 metrelik pistten havalanırken günlerce yürüdüğüm yollara baktım. Dünyanın çatısı Himalayalar’ı tekrar selamladım. Ne zor bir yaşam var orada. Sadece insan, eşek ve yak ile taşınan günlük tüketim malzemeleri ve at arabasının bile geçemediği patikalar…
Havayolu haricinde bir ulaşım olmayan, yolsuz bir coğrafya. “O hayvanlara yazık” diyen onlarca mesaj aldım. İnsanlar kafalarına bağladıkları bir bezle sırtlarında 50 kilo yük taşıyorlar. Bir bölgeyi anlayabilmek için kültürünü öğrenmek ve ona saygı duymak gerekiyor. Gerçekten dünyanın en zor trekking yolu burası olabilir. Bir yürüyüşle Türkiye’deki tüm zirveleri aşmış gibi oldum. Hiç hazırlanmadan belki biraz cahil cesaretiydi benimki. Spor geçmişim olmasa asla yapamazdım. Bu kadar zorlandığım başka bir deneyim hatırlamıyorum ama kendime ‘Başardın deli kız’ demenin mutluluğu çok ayrı.