Akşener: Yenilgiyi şimdiden sindirmeye başlasan iyi edersin

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener, TBMM’de partisinin grup toplantısında konuştu.

Akşener, daha önce İYİ Parti’den istifa eden bağımsız Adana Milletvekili İsmail Koncuk’a kendi ceketindeki İYİ Parti rozetini taktı.

Akşener, toplantıda yaptığı konuşmada şunları söyledi:

“Geçtiğimiz hafta sonundan beri, Sayın Erdoğan ve arkadaşlarını, Abdülhamit Han üzerinden, bir yaygara tufanı almış gidiyor. Hakaretlerin, öfke nöbetlerinin, nefret şovlarının, bini bir para. Oysa; dillere destan şanlı tarihimize, sahip çıkmanın da tarihimizden ilham alarak, yol yürümenin de tarihe atıf yaparak, siyaset dersi vermenin de yolu, ilk önce, tarihi öğrenmekten geçer. Ama tarih; ‘keşke Yunan galip gelseydi’ diyen meczup feslilerin hezeyanlarından öğrenilmez. Yalan yanlış danışman notlarından da öğrenilmez. Dizi sahnelerinden, çizgi romanlardan hiç öğrenilmez. Tarih okuyarak, araştırarak öğrenilir. İşte bu yüzden; Sayın Erdoğan, bir türlü tarihi öğrenemiyor. Çünkü kendisi okumayı hiç sevmiyor. Eline tutuşturulan notlardan ötesini görmüyor. Kulağına üflenen sesler dışında, kimseyi duymuyor. Dört bir yanını saran cehalet duvarından attığı hamasi nutuklarla günü kurtarmaya çalışıyor. Ancak unuttuğu bir şey var. Biz tarihe, onun gibi, kişiler üzerinden bakmıyoruz. Biz tarihe onun gibi, kavgalar üzerinden de bakmıyoruz. Biz tarihe değerler, sistemler ve sonuçlar üzerinden bakıyoruz. Çünkü biz; Abdülhamit Han’la değil, o günün şartlarındaki demokrasi rüzgârıyla ilgileniyoruz. Tarihin her döneminde milletimizin istibdada karşı koyduğu tavırla ilgileniyoruz. Tekleşmeye, tek adamlığa giden her yolu azimle kesmiş olan millî iradeyle ilgileniyoruz.

Sayın Erdoğan nedense, istibdat dönemi ile günümüz arasındaki benzerlikleri dile getirmemden çok rahatsız oldu. Abdülhamit Han’ı kendisine benzetmemi bir ‘hakaret’ olarak algıladı. Yani Sayın Erdoğan’ı Abdülhamit Han’a benzetmek rahmetliye hakaretmiş. Haklı olabilir mi acaba? Evet arkadaşlar, yanlış duymadınız. Sayın Erdoğan için rehber kabul ettiği, rol model aldığı, ama nasıl vefat ettiğini bile bilmediği Abdülhamit Han’ı kendisine benzetmek büyük bir hakaretmiş. Yani biz aslında; istibdada karşı koyan o ruhtan bahsederken değil, Sayın Erdoğan’a benzetirken Abdülhamit Han’a hakaret etmişiz. Arkadaş en azından kendisinin farkında. Bu da bir şeydir.

“Kabileci zihniyet işte böyledir”

İstibdat bir olgudur, bu inkar edilemez. Bu tarihsel bir hakikattir. Ancak görüyoruz ki; Sayın Erdoğan için istibdadın kendisi değil, istibdada kimin maruz kaldığı ve istibdadı kimin uyguladığı daha önemli. Kabileci zihniyet işte böyledir. Kendi uyguladığı istibdatı umursamaz; ama kendi maruz kaldığı zaman, avaz avaz bağırır. Hâlbuki istibdat göreceli değildir. Ya vardır ya da yoktur. Ya karşısındır ya da yanındasındır, bu kadar basit.

Eğer istibdada karşıysan; söz Abdülhamit Han’a da gelir. 1912’deki ‘sopalı seçimlere’ de 1946’daki sandık baskısına da… Askeri vesayete de karşı olursun, 27 Mayıs darbesine de… 12 Mart’a da, 12 Eylül’e de…1909’daki darbe teşebbüsüne de karşı durursun, 15 Temmuz 2016’dakine de. Yassıada mahkemelerindeki adaletsizliğe de isyan edersin, tweet atan gençlerin Silivri’ye yollanmasına da. 28 Şubat’la da mücadele edersin, Sayın Erdoğan’ın partili istibdat rejimiyle de mücadele edersin. Eğer istibdada karşıysan; hadi Atatürk’e zaten yabancısın, Atatürk’e bizatihi edilen hakaretleri, anasına edilen iftira ve hakaretleri ve onları sarayda ağırlayan bir iradeyi yok saydık, hiç üzerinde konuşulmadı ama en azından, Namık Kemal’i, Ziya Gökalp’i bilmen gerekir. Mehmet Akif’i, Kazım Karabekir’i, Fevzi Çakmak’ı hatırlaman gerekir. Enver Paşa’yı, Talat Paşa’yı, ‘Galip Hoca’ Celal Bayar’ı anımsaman gerekir. Ali Fuat Cebesoy’u, Fethi Okyar’ı, Rauf Orbay’ı unutmaman gerekir. Elmalılı Hamdi Yazır’ı, Yusuf Akçura’yı, Ahmet Ağaoğlu’nu ıskalamaman gerekir. Bunun adı tutarlılıktır. Ve siyaset tutarlılık ister. Ama sen ve ortakların; bilmezseniz, hatırlamazsanız, unutursanız; hatta bir de üstüne hem de Meclis kürsüsünden çıkıp onlara, ‘kanı bozuklar’ derseniz; bu sadece tutarsızlık olmaz. En hafif tabiriyle vefasızlık, vicdansızlık, terbiyesizlik olur.

Ancak Sayın Erdoğan için bunların hiçbir önemi olmadığını biz zaten biliyoruz. Sayın Erdoğan için; tarihimizin, ecdadımızın, sadece kendi iktidarını korumaya hizmet ettiği sürece değerli olduğunu da biliyoruz. Artık apaçık ortada olan beceriksizliğini, iş bilmezliğini; manevi değerlerimizin, tarihi şahsiyetlerimizin ardına sığınarak saklamaya çalıştığını da görüyoruz. Çünkü bu bir zihniyet meselesi. Ama gün gelir o tarih işte böyle döner dolaşır, aynı bugün olduğu gibi, yakana yapışır. Ve bütün cahilliğin ortalığa saçılır. Ne diyelim… Allah akıl, fikir, izan versin.

“Hamasi tiratlarını gülerek dinliyoruz”

Ama biz, bu hazımsızlığı çok iyi anlıyoruz. Nitekim; kaybedeceğini anlayan Sayın Erdoğan’ın, çaresiz çırpınışlarını eğlenerek izliyoruz. Tazmanya canavarı edasıyla attığı hamasi tiratlarını gülerek izliyoruz. Çünkü biz biliyoruz ki çok az kaldı. Haddi kim bilecekmiş, hududu kim görecekmiş, milletimizin tokadını kim yiyecekmiş, hep birlikte şahit olacağız. Çok az kaldı.

Yenilgiyi şimdiden sindirmeye başlasan iyi edersin muhterem”

Sayın Erdoğan’ı şimdiden uyarıyorum. Bu saatten sonra, ‘milletim beni affetsin’ler tutmaz. ‘Ortağım beni kandırdı’ edebiyatını da kimse yemez. Benden söylemesi. Yenilgiyi şimdiden sindirmeye başlasan iyi edersin muhterem. Çünkü sandıkta başına gelecek hazin sonu görmemize inan ki çok az kaldı. Artık nafile.

Özgürlük, demokrasi diye geldin; 1909’un intikamı peşine düştün. Kalkınma dedin, zenginlik dedin; 21’inci yüzyılın Duyunu Umumiye ’si oldun. ‘Milletin adamı’ diye, milletin omuzlarında geldin; istibdadın adamı olarak, milletin iradesiyle gidiyorsun. İşte o nedenle; sen kendini parçalasan da bağıra bağıra nutuklar atsan da bizler, aynı bizden öncekiler gibi istibdada ‘dur’ demeye devam edeceğiz. ‘Yeter söz milletindir’ diyeceğiz. ‘Kahrolsun İstibdat, Yaşasın Hürriyet’ diyeceğiz. Adalet diyeceğiz. Müsavat diyeceğiz. Meşveret diyeceğiz. Uhuvvet diyeceğiz. Ve en sonunda aynı dün olduğu gibi; bugün de biz kazanacağız, millet kazanacak. İstibdatçılar gidecek, hürriyet kazanacak. Kötüler gidecek, İYİ’ler kazanacak. Kimse merak etmesin, çok az kaldı.

“İyi niyet defalarca suistimal edildi”

Bildiğiniz üzere Putin’in yayılmacı ve saldırgan politikası tüm Avrupa’da bir güvenlik krizi yarattı. Ukrayna’da 4 aydır süren işgal, şimdiye kadar NATO üyesi olmayan İsveç ve Finlandiya’yı da harekete geçirdi. Her iki ülke de Rusya’ya karşı caydırıcılık elde etmek için, NATO üyeliğine başvurdular. Ama bu talebin kabul görmesi için, mevcut üyelerin oybirliğine, yani Türkiye’nin de onayına ihtiyaçları var. Yalnız, burada unutmamamız gereken bir şey var: Ülkemizin şimdiye kadar, batılı ülkelere gösterdiği iyi niyet defalarca suiistimal edildi. Mesela; Yunanistan’ın NATO üyeliği için verdiğimiz onay; Ege adalarının silahlandırılması ile sonuçlandı. Mesela; Sovyet Rusya ve Yugoslavya’dan kopan ülkelerin NATO’ya girmesi için verdiğimiz destek; PKK’ya yardıma dönüştü. Mesela; Kore’de, Bosna’da, Afganistan’da Türk askerinin verdiği mücadele, müttefik bildiğimiz ülkelerin FETÖ’ye kol kanat germeleri ile son buldu. İşte bu yüzden; bugün Türkiye’den İsveç ve Finlandiya’nın üyeliği için iyi niyet bekleyenlerin, ilk önce kendi niyetlerini sorgulaması gerekiyor. İYİ Parti olarak bu kararın; millî menfaatlerimiz gözetilerek verilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bu noktada, ülkemizin iki önemli çıkarı var: Birincisi; Avrupa’daki PKK varlığını sonlandırmak ve terör örgütünün, Avrupa yapılanmasını çökertmek. İkincisi ise; Çarlık rüyaları gören Putin’in saldırgan Rusya’sına karşı, Avrupa güvenliğini güçlendirmek. Bizim anlayışımıza göre, bunlar birbiriyle çelişen hedefler değildir. Çünkü; Ukrayna topraklarının işgalinin daha ilk günlerinde, PKK terör örgütünün yaptığı Putin’in işgal tezlerini destekleyen açıklamalar; yıllarca Avrupa ülkelerinde, kendine güvenli sığınak bulan terör örgütünün, Avrupa’nın Soğuk Savaş’tan sonra yaşadığı en büyük güvenlik krizinde, Putin’in yardakçılığına soyunduğunu gösterdi.

Eğer İsveç ve Finlandiya, Rusya tehdidini ciddiye alıyor ve kendilerini korumak için, NATO’ya üye olmak istiyorlarsa öncelikli olarak, kendilerini kullanan ve ilk fırsatta, sırtlarından bıçaklayacak olan PKK’ya karşı, gerekli tepkiyi göstermeli ve terör örgütünü, topraklarından çıkartmalıdır. Ayrıca; bunu sadece, İsveç ve Finlandiya değil, Batı güvenlik mimarisinin geleceğini önemseyen; Almanya, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler de yapmalı, içlerindeki Putin uzantılarından, derhal kurtulmalıdır. Demokrasi, Putin’in çarlık rüyalarının propagandasını yapma özgürlüğü demek değildir. Avrupa da terör örgütlerinin, gündemlerini ve ajandalarını, sınırsız bir pragmatizm ile takip edecekleri bir coğrafya olamaz, olmamalıdır. İşte biz, bu nedenle PKK’nın Putin yanlısı tutumunu, Türkiye ile diğer NATO ülkeleri arasında, ortak zemin oluşumu için bir fırsat olarak görüyoruz. Bu fırsat, ülkemizin her iki millî çıkar hedefine; yani PKK’yı Avrupa’dan söküp atma ve Avrupa güvenliğini güçlendirme çabasına katkı sunacaktır. Ancak bunu sadece; devlet ciddiyetine yakışan etkin bir diplomasi ile başarabiliriz. Şu aşamada olması gereken, ‘sessiz bir diplomasi’ yürütmek ve ortak tehditleri vurgulamaktır.

Ancak gelin görün ki; maalesef Sayın Erdoğan, bunun tam tersini yapıyor. Ve her zaman olduğu gibi yine dış politikayı, bir iç politika şovuna dönüştürmeye çalışıyor. Aslında, biz Bay Kriz’in siciline baktığımız zaman bu tip tribüne oynayışların, milletimiz için pek hayırlı sonuçlanmadığını görüyoruz. Çok değil, daha geçtiğimiz sene; Millî Savunma Bakanı Birleşik Arap Emirlikleri’nin PKK’ya verdiği destekten bahsediyordu. İçişleri Bakanı, 15 Temmuz darbe girişiminin arkasında Birleşik Arap Emirlikleri’nin olduğunu iddia ediyordu. Sayın Erdoğan da bu doğrultuda; Mısır’a, İsrail’e ve Suudi Arabistan’a, en üst perdeden konuşuyordu, esiyordu, gürlüyordu. Peki bu efelenmelerin, iç politikadaki siyasi hesaplarla yapılan şovların sonucunda ne oldu? Sayın Erdoğan’ı Körfez ülkelerinin liderleriyle, fevkalade neşeli pozlar verip, para konuşurken bulduk. Hatta bu arkadaşımız en son yaşananları, söylenenleri ‘aile içi gürültü, patırtı’ diyecek kadar küçümsedi. Her şey bir anda unutuluverdi. Nitekim öyle bir unutuldu ki; cehaletine yenik düşmeleriyle meşhur grup başkanvekillerini bile; yanlışlıkla Birleşik Arap Emirlikleri’nin gerçeğini hatırlattığı için harcadılar. Hem de istiskal ederek harcadılar.

“Sana ‘dur’ demek, bizim boynumuzun borcudur”

Bak Sayın Erdoğan. PKK, elinde Mehmetçiklerimizin, çocuklarımızın, evlatlarımızın kanı olan hain ve alçak bir terör örgütüdür. Eğer amacın bu terör örgütünü Avrupa’dan tasfiye etmekse, bunu yapmanın yolu da yordamı da bellidir. Biz de yanında dururuz. Ama yok… Eğer amacın tansiyonu yükseltip, yine bir para pazarlığına oturmak ve elini yüksekten açmaksa; işte orada sana ‘dur’ demek, bizim boynumuzun borcudur. Avrupa ülkeleriyle para pazarlığı yapmak için şehitlerimizin kanını peşkeş çekmene müsaade etmeyiz. Yandaşlarını daha fazla semirtmek için Türk devletinin itibarını ayaklar altına almana müsaade etmeyiz. Çapsız danışmanlarına 12. maaşlarını bağlamak için Türk milletinin onurunu ezdirmene müsaade etmeyiz. Bunu böyle bilesin.

Bana, AK Parti iktidarının en büyük başarısızlıklarını sorsanız; hiç kuşkusuz ilk 3’e mutlaka tarımı da koyarım. Pandemi öncesinde, pandemi sürecinde ve sonrasında, aylardır aynı şeyi söylüyoruz. ‘Tarım, bir millî güvenlik sorunudur’ diyoruz. Ama bu arkadaşlar, bizi ısrarla duymazdan gelmeye devam ediyor. Ne kadar yangın uçağımız olduğunu bile bilmeyen, kepeği ekilerek yetiştirilen bir ürün zanneden birini, tuttular, ülkenin en stratejik alanlarından birine, bakan yaptılar. ‘Çok kuyruk oluyordu, o yüzden fiyatları arttırdık’ diyen bir densizi, Et ve Süt Kurumu’n, Genel Müdür yaptılar. Sonuçta ne oldu? Ülkemizde çiğ süt fiyatları 2018 yılında, Avrupa Birliği ülkelerine göre, yüzde 18 daha ucuzken; bugün, yüzde 10 daha pahalı hâle geldi. Üstelik onların alım gücü, bizim 4 katımız olmasına rağmen. Peki bunlar neden oldu? Çünkü her şeye kulağını tıkayan, saraydan dışarı adımını atmayan, atamayan, korkudan milletin, çiftçinin, hayvancının arasına karışamayanlar; kesime giden inekleri, düveleri ve hayvanlarının arkasında ağlayan yetiştiricileri, duymazdan, görmezden, bilmezden geldiler.

“Çiftçi için suyu, elektriği, kullanılamaz hâle getirdiler”

Bay Kriz ve arkadaşları; berbat tarım ve ekonomi politikalarının sayesinde 6 liralık mazotu, 3 buçuk, 4 katına; 2500-3000 liralık gübreyi de 4-5 katına fırlattılar… Çiftçi için suyu, elektriği, kullanılamaz hâle getirdiler. Bir yaptığı bir yaptığını tutmayan, Ulusal Süt Konseyi’ni süt üreticisinin başına bela ettiler. Bakın, hasat mevsimi geldi. Şimdi buğday ve arpa hasadı başlıyor. Peki fiyat belli mi? Hayır, değil. Bakanlık üretim tahmini yaptı mı? Yapmadı. Uzun zamandır söylüyoruz; sadece girdileri sübvanse ederseniz, sadece günü kurtarırsınız. Siz girdileri; yani mazotu, gübreyi ne kadar desteklerseniz destekleyin, eğer çiftçi ürünü hak ettiği fiyata satamazsa, verdiğiniz desteklerin hiçbir anlamı olmaz… Bizim her şeyden önce çiftçilerimizi ayağa kaldırmamız gerekiyor. Bu da öyle… Ürün değerinin yüzde 3’ü, yüzde 4’ü gibi desteklerle olmaz.

“Kafanızı devekuşu gibi toprağa gömmeyin”

Buradan iktidara seslenmek istiyorum. Buğday için bizim bulduğumuz fiyat, ton başına 5 bin 600 lira. Toprak Mahsulleri Ofisi vasıtasıyla en azından hasat sezonu sonuna kadar; şimdilik bu geçici fiyatı açıklayın. Ama bunu sürekli değişen ekonomik koşullara göre güncelleyin. Alımlar, ‘aynî karşılık’ olarak yapılsın. Yani, mal-ürün olarak alınsın. Açıklanan geçici fiyat üzerinden, sadece yüzde 25 avans ödemesi yapılsın. Hasat bittikten bir ay sonra ise; oluşan fiyat ne ise, o fiyattan ürün bedeli ödensin. Böylelikle, üreticiden ürün alma imkânı doğar. Küçük üreticilerimiz de piyasada ezdirilmemiş olur…İç piyasada, arz talep dengesinin bozulmasına engel olun. Geçen sene söyledik, dinlemediniz, ama ekmek fiyatlarının durumu ortada. Bu sene de tekrar edelim: Eğer açıklamaktan çekindiğiniz rekolte rakamları, size iç tüketim için açık ve yetersizlik gösteriyorsa; kafanızı devekuşu gibi toprağa gömmeyin. Bir an önce onu temin etmeye bakın. Çiftçimizi, üreticimizi daha fazla perişan etmeyin.

“Göz göre göre ödemeler dengesi krizine doğru gidiyoruz”

Bildiğiniz üzere geçen hafta yabancı bir haber ajansında; bir bankanın İngiltere Merkez Bankası’nda tuttuğu altınları değerinin altında sattığına dair bir haber çıktı. Biz elinde kalan son kıymetli varlıkları da adeta müflis bir tüccar gibi satıp bozduran bu kurumun, Merkez Bankası yani Türkiye Merkez Bankası olduğuna inanmak istemiyoruz. Ama tek bir kişinin keyfine mahkûm edilen bu sistemin maalesef artık bir alışkanlık haline getirdiği, akıl ve bilim dışı kararlarla, gelip dayanacağı yer tam olarak burası… Bak Sayın Erdoğan, Sayın Bay Kriz; seni buradan uyarıyorum. ‘Işıltılı Bakan’ın, emir erin Merkez Bankası Başkan’ın ve bol maaşlı danışmanların; korkularından ya da koltuklarını korumak için sana anlatamıyorlar. Ama senin bu öngörüsüz politikaların ile göz göre göre ödemeler dengesi krizine doğru gidiyoruz.

‘Enflasyon düşecek, cari açık düşecek’ deyip; sözde ‘Yeni Ekonomi Modeline’ geçtiniz. Sonra ne oldu? Hem enflasyon hem de cari açık rekor kırdı. Türk lirasının, değerini ve itibarını, daha fazla kaybetmemesi için, aklı selim bir politika izlemek yerine; Kur Korumalı Mevduat Sistemi’ni getirdiniz. Milletimizin rızkından alıp, kur korumalı mevduat sistemine harcadınız. Sonra ne oldu? Sadece Mart ve Nisan’da, Hazine’nin cebinden, 16.3 milyar lira çıktı. Baktılar, kur korumalı mevduat sistemi de çare değil. Dolar aldı başını gidiyor. Hem Merkez Bankası’na hem de kamu bankalarına döviz sattırdılar. Sonra ne oldu? Rezervler eridi. 15 Temmuz’un finansörü olmakla suçladığınız, katil olmakla suçladığınız ülkelerin, ayağına gittiniz. Bak Bay Kriz; senin berbat politikaların yüzünden ülkemiz, ‘eriyen rezerv – artan risk primi’ sarmalına girdi. Rezervler eridikçe, ülkenin risk primi artıyor. Ülkenin risk primi arttıkça, dolar artıyor. Dolar arttıkça, Kur Korumalı Mevduat Sistemi’nin faturası artıyor. Sen o faturayı dizginlemek için, dolara müdahale ettikçe, rezervler eriyor, başa dönüyoruz. Bu istikrasızlık sarmalının içerisinde de olan bu ülkenin birikimlerine, varlıklarına oluyor. Olan milletimizin hazinesine, cebine oluyor.

Sayın Erdoğan; seni buradan bir kez daha uyarıyorum. Bu işin sonunda; ya müflis bir tüccar gibi, bu ülkenin bütün varlıklarını, yok pahasına satmak var ya da 70 sente muhtaç olacağımız bir ödemeler dengesi krizi var. Bu gittiğin yol, yol değil. Bir an önce, aklını başına al. Bir an önce, bu yanlıştan dön. Bir an önce, bu ucube politikalardan vazgeç. Böyle iş bilmezlik, böyle beceriksizlik olmaz. Böyle devlet yönetilmez.

Türk’ün en büyük mirası, devlet geleneğidir. Çünkü bir Türk için; ‘Devletli olmak’, siyasi bir organizasyonun içinde bulunmaktan çok varoluşsal bir durumdur. Ve tarihin her döneminde, devlet hâlinde yaşayışımız, bize zengin bir kültür ve değerli bir devlet geleneği bırakmıştır. Mesela; Türk devlet geleneğinin yapısında, devlet ile devlet insanlığı, her zaman keskin bir biçimde, birbirinden ayrı tutulmuş, devlet insanı, devletin sahibi olarak değil, memuru olarak görülmüştür. Bu yapı hiçbir zaman; devleti yönetenin, ‘Devlet benim’ demesine, izin vermemiştir. Çünkü, bizim geleneğimize göre devlet; milletin teşkilatlanmış hâlidir. Nitekim; milletimizin demokrasiyle buluşması da Türk devlet geleneğini taçlandırmıştır. İşte tam olarak da bu nedenle; bugün ülkemizin başına bela edilen bu ucube sistemin, yani, Türk Tipi Başkanlık diye pazarlanan, Partili Cumhurbaşkanlığı Sisteminin ne Türklükle ne de Türk devlet geleneğiyle, herhangi bir alakası, bağı, bağlantısı yoktur. Hatta; Ak Parti’nin devlet yönetme anlayışının sadece Türklükle değil; akılla da bilimle de tarihle de, hiçbir ilgisi yoktur.

“Milletimizi tongaya bastırmaya çalışan, ucube kararlara tanık olduk”

Gelin, birlikte hatırlayalım. Devleti, babasının çiftliği gibi, milletin parasını, ganimet gibi, makamını da mülkiyet gibi benimseyen, Ak Parti zihniyeti sayesinde; hileli ihalelere şahit olduk. Yandaşları ranta boğan kurnazlıkları yaşadık. Milletimizi tongaya bastırmaya çalışan, ucube kararlara tanık olduk. Kürsülerden, miting meydanlarından, vatandaşlarımıza yönelen öfkenin, kinin ve garezin sesini, en üst perdeden duyduk. Kahraman askerlerimize bile pusu kuran, hainleri gördük. Bunların hepsinin karşısında dimdik durduk. Ve bugün de millet iradesini yok sayan, devletimizi, bir kişinin iki dudağı arasına mahkûm eden, demokrasimize, kurumlarımıza ve geleneklerimize hasar veren, Partili Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin karşısında da dimdik duruyoruz. Çünkü biz; millet iradesini yok saymanın acı faturasını, çok iyi biliyoruz. Çünkü biz; istibdat rejimlerinin, memleketimize nelere mal olduğunu, çok iyi biliyoruz. Çünkü biz; kurumlarımızın içini boşaltanlara, devlet kurumsallığını ayaklar altına alanlara, demokrasimize kara leke sürmeye çalışılanlara, milletimizin attığı tokatları da, çok iyi biliyoruz.

“Millî iradeye uzanan eller, er ya da geç her defasında kırılmıştır”

Demokrasi yolculuğumuz, birçok kez kesintiye uğratıldı. Vesayetlere, muhtıralara, darbelere şahit olduk. Nitekim önümüzdeki cuma günü, 27 Mayıs 1960 darbesinin yıl dönümü. Hiç kuşkusuz ki darbeler demokrasi tarihimizin kara lekeleridir. Ancak; millî irade bir seldir ve önünde hiçbir barikat, hiçbir vesayet duramaz. Nitekim; millî iradeye uzanan eller, er ya da geç, her defasında kırılmıştır. Demokrasimize sürülmeye çalışılan lekeler, her defasında, silinmiştir. Devlet kurumsallığımıza yönelen tehditler, her defasında, püskürtülmüştür. Çünkü; özgürlük ve bağımsızlık, Türk Milleti’nin karakteridir. Bu vesileyle, bir kez daha buradan; demokrasi şehitlerimiz, merhum Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşlarını saygı ve rahmetle anıyorum. Ruhları şad, mekânları cennet olsun.

“Fatih Sultan Mehmet Han’ı saygı, minnet ve rahmetle anıyorum”

Bu hafta, derin bir acımızın olduğu kadar, kutlu bir zaferimizin de yıl dönümü… Alınamaz denileni alan, yıkılamaz denilen surları yıkan, geçilemez denen denizleri sırtında gemileri taşıyarak geçiren, şanlı ecdadımızın, İstanbul’u fethinin 569’uncu yılı… ‘Ya İstanbul beni alır, ya ben İstanbul’u alırım’ kararlılığıyla, çağ açıp, çağ kapatan dehasıyla, devlet yönetiminde, büyük reformlar gerçekleştiren vizyonuyla, Büyük Hakanımız, Fatih Sultan Mehmet Han’ı saygı, minnet ve rahmetle anıyorum.

Sandık milletin namusudur. Milletimiz bize sandığı emanet etti. Biz de bu kutlu emanete, tüm gücümüzle sahip çıkacağız. Milletimizin helal oyunu ne trafoda gezen kedilere ne de mühürsüz oy sayan nankörlere, yedirmeyecek, yedirtmeyeceğiz. Her sandık başında görevli arkadaşlarımızla, ıslak imzalı tutanaklarımızla, kaya gibi sağlam irademizle, seçimin bekçisi olacağız. Hiç merak etmeyin; sandıkla gelenler, sandıkta gidecekler. Bu ucube sistemi tarihe gömeceğiz, o irade bizde var. Hiç merak etmeyin; Millet İttifakı’nın adayı, Türkiye’nin 13. Cumhurbaşkanı olacak, o azim bizde var. Hiç merak etmeyin; İYİ Parti, Türkiye’nin birinci partisi çıkacak. Pazarlıksız, şartsız, koşulsuz bu ülkenin, hak edilmiş iktidarı olacağız, o güç bizde var. Hiç merak etmeyin. Biz milletimizin gerçeklerini konuştukça, milletimiz de tıpkı bugün olduğu gibi, arkamızda oldukça; engeller karşısında dimdik duracak, duvarları korkusuzca yıkacak, iftiraları delip geçeceğiz. Türkiye’nin güçlü, mutlu ve zengin geleceğini, milletimizle el ele, omuz omuza, hep birlikte inşa edeceğiz. Hazır olun, çok az kaldı.

Yıldırım: Yüzde 50’lere varan verim kaybı ile karşı karşıya kalacağız

Akşener, konuşmasının bir bölümünde çiftçilik ve besicilik yapanların sorunlarını gündeme getirerek, kürsüyü çiftçilik ve hayvancılık yapan Nedim Yıldırım’a bıraktı. Tarıma yeteri kadar özen gösterilmediğini düşündüğünü söyleyen Yıldırım, şunları söyledi:

“Belki yanlış politikalar belki de yanlış projeler yüzünden tarım ve hayvancılıkla iştirak eden çiftçilerin yeterli paralar kazanmayı bir tarafa bırakın gerçekten kredi borçlarını bile ödeyemez hale gelmişlerdir. Üretimde girdi maliyetleri özellikle bu son yılda gübre, tohum, ilaç ve diğer maliyetlerde yüzde 300’lere varmıştır. Hayvancılıkta ve yem, veteriner özellikle de elektrik maliyetlerinde yüzde 200’lere varan artışlar olmuştur. Bu maliyetler ve yanlış tarım politikaları yüzünden özellikle hayvancılık yapan çiftçi arkadaşlarım yüzde 30’undan fazla süt ineğini kesmek zorunda kaldı… Analar kesildi. Ana olmazsa et olmaz. Gıda olmaz. Süt olmaz. Yiyecek olmaz. Protein olmaz.

Tarımla uğraşan çiftçi arkadaşlarımız artan girdi maliyetleri yüzünden tarıma gereken özeni gösteremediler bu yıl. Yani gerekli gübreyi atmadılar. Hatta tarlalarını gübresiz ektiler. Neredeyse yüzde 50’lere varan verim kaybı ile karşı karşıya kalacağız. Biz devletten çok şey istemiyoruz ki sadece bize güvensinler bizim arkamızda dursunlar yeter.” (ANKA)

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir