Türkçe, tarih boyunca birçok farklı dili, kültürü ve yaşayış şekillerini bünyesine katarak bugün dünyanın en zengin dillerinden biri olmayı başarmış. Tarihimizi, bir zamanlar bu topraklarda neler yaşandığını gösteren en büyük detaylardan biri de deyimler olmuş.
Osmanlı Dönemi’nden, hatta çok daha öncesinden gelen bu deyimler, ağzımıza pelesenk olmuş durumda. Gün içinde en az birkaç defa kullandığımız, zıvanadan çıkmak veya ateş pahası gibi birçok deyimin, son derece ilginç hikayeleri bulunuyor. Dilerseniz Dingo’nun ahırındaki Dingo kimmiş, zamanında insanlar neden dolap çevirmek zorunda kalmış birlikte öğrenelim.
Zıvanadan çıkmak
Ciddi anlamda sinirlendiğimizde, öfkeden deliye dönmek üzere olduğumuz anlarda sıklıkla karşı tarafa “beni zıvanadan çıkarma” cümlesini kurarız. Şimdilerde sadece öfkeyi yansıtmak için kullanılan bu deyimin, birbirinden farklı iki hikayesi bulunuyor.
Bu hikayelerin arasında en bilineni, eski zamanlarda trafik polislerinin kullandığı bir korumadan geliyor. 1960’lı yıllarda Türkiye’de trafik polisleri, asayiş berkemali sağlamak adına zıvana adı verilen metalden bir korumanın içine girerlermiş. Bu polisler, yolda sorun çıkaran, kurallara uymayan kişilere “beni zıvanadan çıkarma, çıkarsam ceza yazarım” derlermiş.
Zıvana, eski dönemde kapıların açılıp kapanmasını sağlayan menteşelere verilen ikinci bir isimmiş. Zıvanalar çıktığı zaman kapı yerinde duramaz ve devrilirmiş. Zıvanadan çıkma deyiminin öfkeden yerinde duramama ile bağdaştırılmasının ikinci bir sebebi de buymuş.
Afyonu patlamak
Sabahın erken saatlerinde, henüz tam uykudan ayılamamışken bize soru yöneltenlere çoğunlukla “dur daha afyonum patlamadı” deriz. Kimimiz çay, kahve içerek kimimiz de soğuk bir duş alarak patlatır afyonunu. Peki sabahın ilk saatlerindeki asabi halimizi yansıtan bu deyimin hikayesi nedir?
Osmanlı Dönemi’nde esrar tarzı uyuşturucu kullanan insanlar, Ramazan Ay’ı geldiği zaman bu esrarı kullanabilmek için yeni bir yöntem geliştirmişler. Bu yöntem de esrarı vitamin kapsülüne benzer bir şeye sıkıştırıp, sahurda yuttuktan sonra sabah saatlerinde patlamasını beklemekmiş. Esrar sayesinde daha neşeli ve keyifli(!) olan insanlar, esrar patlamadan önceki asabi hallerinde ”afyonum patlamadı” cümlesini kurarmış.
Keçileri kaçırmak
Birinin şaka yollu da olsa aklını kaybettiğini, delirmesine bir adım kaldığını belirtmek için çoğunlukla “keçileri kaçırmış herhalde” deriz. Türkiye’de yaşayan neredeyse herkesin bildiği bu deyimin hikayesi, Burdur’da bulunan İnsuyu Mağarasına dayanıyor.
Burdur’da yaşayan bir çoban, keçileri İnsuyu Mağarasına getirdikten sonra hayvanları kaybettiğini sanmış ve köy köy gezerek yerlilere keçileri görüp görmediğini sormaya başlamış. Çoban; “Keçilerin sahibine ben nasıl hesap veririm” diye düşünürken köylüler, çobana yardım etmek istemiş ve ilk olarak çobanın keçileri kaybettiği yere, İnsuyu Mağarasına gitmişler. Mağaraya yaklaşan köylüler, keçileri çobanın bıraktığı yerde bulmuş ve çobanın delirmeye başladığını düşünerek, “keçileri kaçırmış herhalde” deyiminin temelini atmışlar.
Pabucu dama atılmak
Önceden sahip olduğu değeri ve önemini kaybeden herhangi bir şeye, pabucunu dama atmak deriz. Bu deyimi çoğunlukla başkasını görünce bizi unutan yakınlarımıza, sevdiklerimize karşı kullanıyoruz. Herkesin diline pelesenk olmuş bu deyimin, Osmanlı Dönemi’ne uzanan bir hikayesi bulunuyor.
Osmanlı Dönemi’nde lonca adı verilen esnaf teşkilatlarının sorumluluklarından biri, zanaatkarların ürettikleri malların kaliteli ve dayanıklı olup olmadığını kontrol etmekmiş. Özellikle ayakkabı konusunda bir hayli hassas olan loncalar, dükkanlara girip ayakkabıları teker teker kontrol edermiş.
Dayanıksız olduğu düşünülen, kısa bir süre sonra yırtılma riski bulunan ayakkabıların üreticilerine para cezası kesilir, ayakkabılar da bir daha kullanılmaması için dükkanların damlarına atarmış. Pabucun dama atılması deyimi de buradan, yani değersiz görülen bir şeyin artık kullanılmadığını göstermek için kullanılırmış.
İki dirhem bir çekirdek
İki dirhem bir çekirdek, güzel olduğunu düşündüğümüz bir kişiye iltifat etmek için kullandığımız bir deyimdir. Hatırlayacak olursanız Türk Edebiyatı’nın en önemli yazarlarından İskender Pala, deyimlerin kökenine ışık tuttuğu kitabına da İki Dirhem Bir Çekirdek ismini vermişti.
Bu deyimde geçen çekirdek, aslında keçiboynuzunun çekirdeği. Osmanlı Dönemi’nde dünyanın neresinde olursa olsun aynı ağırlığa sahip olduğuna inanılan keçiboynuzu çekirdeği, Arapçada karat (kırrat) anlamına geliyor.
Bu çekirdek hep aynı ağırlıkta olduğu için eski dönemlerde altın ve pırlanta gibi taşların ağırlığını ölçmek için kullanılırmış. Deyimde geçen bir başka kelime dirhem ise bazı Arapların şu an hala kullanmakta olduğu eski bir para birimi. Osmanlı’da insanlar, Osmanlı Altını’nın değerini belirtmek için 2 dirhem ( 32 keçiboynuzu çekirdeği) bir çekirdek derlermiş.
Dingo’nun ahırı
Kalabalıktan geçilmeyen, kimin girip çıktığı belli olmayan yerlere karşı kullanırız Dingo’nun ahırı deyimini. Bu deyimin hikayesi, tam da anlamını taşıyan, İstanbul’un en nezih semtlerinden birinden geliyor.
Dillere pelesenk olmuş bu deyim, 1800’lü yıllarda Taksim’deki atlı tramvayların bir durak noktası olan Rum asıllı Dingo adlı bir kişinin ahırından geliyor. Bu atlı tramvayların Şişhane yokuşunu çıkabilmesi için takviye at alması gerekiyormuş ve Taksim’e ulaştırılan atlar, dinlenebilmeleri için Dingo’nun ahırında bekletiliyormuş. Atlı tramvay trafiği o kadar yoğun olurmuş ki ahıra giden atın haddi hesabı olmazmış. Bu yıllardan sonra da giren çıkanın belli olmadığı yerlere Dingo’nun ahırı denilmeye başlanmış.
Ateş pahası
Günlük hayatta aşırı derecede pahalı şeylere karşı kullandığımız ateş pahası deyiminin hikayesi, Osmanlı Dönemi’nde dünyayı titreten padişah olarak bilinen Sultan Süleyman’ın bir av hikayesine dayanıyor.
Sultan Süleyman, padişahlık yaptığı bir dönemde yanında adamlarıyla İstanbul’a yakın bir yerde ava gitmiş. Avlanırken İstanbul’dan epey uzaklaştığını fark ettikleri anda şiddetli bir şekilde yağmur yağmaya başlamış ve padişah adamlarıyla birlikte, saraya dönmek yerine geceyi geçirebileceği bir kömür kulübesine sığınmak zorunda kalmış.
Kulübenin sahibi, kim olduğunu bilmediği Sultan Süleyman ve adamlarının ısınması için bir ateş yakmış. Ateşin başında ısınan padişah; “Şu ateş bin altın eder” demiş. Sabah olunca padişahın askerleri, konaklamalarının bedelini ödemek için kulübenin sahibine gittiklerinde ücretin binbir altın olduğunu öğrenince şaşırıp kalmışlar. Bunun üzerine kulübenin sahibi, konaklamanın ücretinin bir altın, Sultan Süleyman’ın da dediği gibi ateşte ısınmanın bedelinin bin altın olduğunu belirtmiş. Bu olayın üzerine ateş pahası deyimi, günümüze kadar ulaşmayı başarmış.
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak
Biz bu deyimi kullanırken genellikle Dimyat detayını atlayıp sadece pirince giderken evdeki bulgurdan oldum gibi cümleler kurarız. Halbuki Dimyat, bu deyimin oluşmasındaki en önemli detaylardan birisi.
Dimyat, Mısır’da Süveyş Kanalı’nın yakınlarında bulunan bir iskeleye verilen isim. Mısır’da yetişen meşhur pirinçler, hasırdan torbalar içinde bu iskeleden Türkiye’ye gelir, Osmanlı’daki tüccarlar yine pirinç satın almak için Dimyat’a gitmek zorunda kalırlarmış.
Osmanlı Dönemi’nde Dimyat’a pirinç almaya giden bir tüccar, bindiği gemide Akdeniz açıklarına geldikleri zaman Arap korsanları tarafından soyguna uğramış. Kemerindeki altınlar da dahil olmak üzere her şeyini kaybeden tüccar, ülkesine döndüğü zaman tarlasında kalan son bulgurları da satmak zorunda kalmış ve ev halkı uzun bir süre aç kalmış. Tüccarın yaşadıklarına şahit olan konu komşular, adam için daha sonra bir deyim haline gelecek “Dimyat’a giderken evdeki bulgurundan oldu” cümlesini kurmuş.
Dolap çevirmek
Hayatımız boyunca en az bir iki kere sen ne dolaplar çeviriyorsun tarzında şaka ile karışık sorulara maruz kalmışızdır. Hile, düzen, dalavere ile iş yapmak anlamına gelen bu deyimin hikayesi, yine Osmanlı Dönemi’ne dayanıyor.
Osmanlı Dönemi’nde eski konaklarda, yemek servisinin yapılması için dolaplar bulunuyordu. Ağaçtan yapılmış bu dolapların en büyük özelliklerinden biri, alt ve üst kısımlarında bulunan miller sayesinde çevrilebilir olmasıydı.
Bu dolaplar çoğunlukla, evde yemek servisinin yapılması için kullanılırmış. Mutfaktan çıkan yemekler bu dolaba konur ve çevrilerek karşı odadaki kişinin alması sağlanırmış. Birbirini seven, ancak bu sevgiyi ev sahibinden gizlemek isteyenler, yazdıkları mektupları, hediyelerini bu dolabı kullanarak karşı tarafa ulaştırmaya başlamış ve bu durum o kadar yaygın bir hal almıştı ki insanlar, gizli kapaklı iş yapanlar için “yine bir dolaplar çeviriyor” deyimini kullanmaya başlamış.
Kaynak 1, Kaynak 2, Kaynak 3, Kaynak 4