Günümüzün neoliberal kapitalist sistemi, bize “gel, uykundan çalarak gel, hasta olsan da sağlıklı olsan da gel, sabah erkenden, hatta hafta sonu ve geceleri de gel” diyor. Sistem dinlenmiyor, uyumuyor, dinlenmeye fırsat vermiyor, uyutmuyor. Kısacası hepimizi sürekli uyararak zamanımızdan çalıyor. Daha doğrusu, zamanımızı satın alıyor. Her şeyin ve her işin süratle olmasını ve halledilmesini istiyor. Çabuk olgunlaşmayı, eldeki işi çabuk bitirmeyi, hızla öğrenmeyi ve aynı hızla yaşamayı da… Peki, kendimize ait zaman var mı? Tamamen kendimize ait bir yaşam? Bunlar ufak problemler! Sistemin çarkına girince bunları düşünmeye pek fırsat kalmıyor zaten. Üstelik zamansızlığın yaşı küçüldü, artık çocukken öğreniyoruz bu işleyişi. Şu aralar kimsenin vakti yok!
Héléne L’Heuillet, vakit darlığından da vaktin kendisinden de şikâyet ettiğimiz akışa yoğunlaştığı ‘Gecikmeye Övgü’de, tükenen ve boşluk kaldırmayan zamana karşı verdiğimiz mücadeleyi, çektiğimiz “zaman açlığını”, geç kalmışlıkları ve sabırsızlıkları çözümlüyor.
BAŞKASININ ZAMANINI HESABA KATMAMAK
Artık 7/24 çalışan bir zihnimiz, neredeyse hiç durmayan bir yaşamımız ve asla geç kalmamamız gereken işlerimiz var. Son derece değerli olan hız ve zaman, kendimize vakit ayırmayı engellediği gibi hayatı ıskalamak pahasına sürekli bir şeylerin peşinden koşmaya zorluyor bizi. Artık yeni sorunlarımız var L’Heuillet’ye göre: “Geç kalmak tam bir saplantıya dönüştü. Öyle ki her şey bizi erkenciliğe sürüklüyor. Günümüzde çocuklar bile çocukluktan çıkmak için acele etmeli; hızlı gitmeli -okumayı hızlıca öğrenmeli, hızlıca ‘temel bilgilere hâkim olmalı’, oradan oraya hızlı gitmeli. ‘Erken gelişen’ bir çocuk sahibi olmak bütün ebeveynlerin hayali. Ama yaygınlaşan erken gelişmişlik, giderek daha sık görülen erken ergenlik ve erken menopoz olarak da kendini gösterdiğinde oturup ağlıyoruz. Yeni kuşaklar mesajı aldı. Yetişkinliklerini 30 ila 45 yaş arasında yaşamalılar. Bunun öncesinde yaşamak ve çalışmak, bir aile kurmak ve terfi etmek için yeterince deneyimleri yok. Sonrasında ise ıskartaya çıkarılmanın ilk işaretleri belirir. Gecikenin vay hâline! ‘Geri kalan’ her zaman ‘anormal’ olarak görülür.”
Zamanı satın almak ya da zamana el koymak çağımızın sıradanlıklarından. Her şeyin erkenden ve hızla olmasını istemenin bunda payı büyük elbette. L’Heuillet’ye göre bugün bir kabalık da doğuruyor bu durum; “başkasının zamanını hesaba katmıyor ve ötekinin zamansal farklılığına gözümüzü kapatıyoruz.” Söz konusu durumlara ya da işleyişe başkaldırının yolu ise yazarın ifadesiyle geç kalmaktan geçiyor.
Nicelikler dünyasında hesap yapar ya da gelir-gider çetelesi tutar gibi zamanı yönetmeye çalışmak, kısa vadede işe yarasa da kişiyi yoruyor. Bu durumu, gecikmeyi erteleme ve kişinin kendi zamansallığına kavuşmasını engelleme diye yorumlayan L’Heuillet, gecikmenin başka faydalarını da sıralıyor: “Gecikme bizi kendimizden ve teknolojinin beslediği kendi kendine yeterli olamama yanılsamasından çekip çıkarır. Bizi konuşmaya, istemeye, yardım kabul etmeye zorlar. Birisine yalnızca evinde değil kendi zamanında da yer açmayı kabul eden ötekinin konukseverliğiyle karşılaşma fırsatını verir. Gecikme, konukseverliğin belirtisi olabilir. Gecikme, başka deyişle, bir direniş stratejisi olabilir. ‘Vaktim yok’ demek, baskı altındaki birinin felaket çığlığından farklı bir ifade yoludur (…) Gecikme hakkı direniş hakkı kadar tuhaf ve bir o kadar gereklidir (…) Gecikerek kendimizi ertelemeye bir son verebiliriz. Geciktiğimizde, her şeyin geçicileştiği o anda, süreyi yeniden hissetmeye başlayabiliriz. Gerilim içinde yaşansa da gecikme deneyimi bizi zamanın direncini hesaba katmaya zorlar.”
KİŞİNİN KENDİSİNE YABANCILAŞMA SÜREÇLERİ
Performans çağında, zaman kaybetmek ne kadar kötüyse zaman kazanmak ya da ondan tasarruf etmek o kadar iyi bir şey. Benzer bir durum, kişinin kendine zaman ayırması ve zamanını patronuna vakfetmesi ayrımında da geçerli. “Zaman ‘yaratmayı’ amaçlayan sahte hedonizm aslında bizzat zamanı ‘savuşturmayı’ hedefler çünkü zamanın önüne geçmeye başladığımızda cehennemi bir yarış bizi bekler; hızlanmak, gittikçe hızlanmak gerekir” diyor L’Heuillet. Zaman kazanmanın, zahmetten kurtulma ya da sıyrılma anlamına geldiğini belirtiyor. Çünkü hep daha fazlasını istemek ve yapmak gecikmeyi, kişinin kendine vakit ayırmasını ve zahmeti ötelemek demek, yaratıcılık makyajı altında kişinin tüketilmesine dayanan sistemi “sağlıklı” şekilde işletmek ve aslında işbirliği sağlanıp sömürülen kişinin zamanını denetlemek demek. “Yaratıcılık”, “performans” ve “esnek çalışma” gibi afili terimler de buradan doğuyor işte.
İçgüdülerle ve arzularla ilerleyen hızlandırılmış hayat (bir diğer deyişle sistem), söz konusu kavramlarla ve eylemlerle yol alırken kişisel (öznel) zamanı ve gecikmeyi oyun dışına itiyor. Böyle bir yaşamda “deadline”lar, “burn-out”lar, öfke nöbetleri ve stresler kol geziyor. Sonunda kişi, emeğine, zamana ve kendisine yabancılaşıyor, âdeta bir kara roman hâlini alan bu durumda uykusuzluk had safhaya ulaşıyor ve sürekli tetikte olması gerektiğini hissediyor. Dolayısıyla devamlı iletişim hâlinde olmak, akışı yakalamak ve olup bitene hemen yetişmek için gecikmeyi ötelemek, hatta uykudan bile çalmak gerekiyor.
L’Heuillet, uykusuz insanın zamanla mücadelesini ve yarışını tasvir ederken günbegün ağırlaşan bir yorgunluğu hatırlatıyor; kişinin böyle bir ortamda kendisini gözetleme ve kendine iyi bakma zorunluluğunu anımsatıp “performans toplumunda kişi bilmeden transhümanist olur” diyor: “Onun uykuya pek ‘ihtiyacı’ olmadığı söylenir. Yorgunluğu, dinlenip atamadığı o tuhaf yorgunluğu inkâr edilir.”
Çağımızın insanı için kalan tek boş alan can sıkıntısı; yazara göre bunu, yenilikler sunan ve bizi kendimize getiren, hepimizi başka bir sahneye atan gecikmeyle aşabiliriz. Gecikme, kişiye günlük yaşamıyla yüzleşme olanağı verir ve onu öznel zamanıyla, insani olan pek çok şeyle yeniden buluşturur. Üstelik gecikme, yazarın deyişiyle “kişinin kendisine ve dünyaya erişimine kapı açan yegâne ‘süre’ hâline geliyor.” Gecikme, insanı salt çalışan hayvan olmaktan ve söz konusu durumun doğurduğu saf esaretten kurtarıyor, hiç değilse bunların farkına varmasını sağlıyor. Dahası var: “Gecikme sayesinde bir hayattan daha fazlasına sahip oluruz. Gecikme bugün hayatın değerini kavramayı sağlayan, herkesin erişimindeki o ‘başka yerdir.’ Hayata ‘öteki’ boyutunu kazandırır, o boyut olmazsa herhangi bir şeyi hissetmek mümkün değildir. Gecikme öteye, başka yere açılan bir zaman ilavesidir. Gecikmenin sıklıkla mazeret işlevi görmesi hiç de şaşırtıcı değil. Gecikme her şeyden önce mazerettir, sözcüğün Latince kökenine (alius) en yakın anlamda ‘başka yerdedir. Hayatın değeri başka yerde olabilme yeteneğine bağlıdır. Bununla birlikte geç kalmak, kısa süreliğine ‘başka yerde’ olmaktır.”
L’Heuillet, gecikmeyi “bozguncu” diye nitelerken kişiye sevinç ve neşe verdiğini söylüyor. Üstelik geç kalma korkusunu yenmede bize yardımcı olabileceğini de hatırlatıp “gecikme süreyi hissettirir, gerçeğe yeniden kavuşturur” derken gecikmeyi, yaşamı daha iyi anlamanın yollarından biri olarak görüyor .
Gecikmeye Övgü, Héléne L’Heuillet, Çeviren: Şehsuvar Aktaş, Yapı Kredi Yayınları, 104 s.