Akşam Gazetesi’nden Merve Yılmaz Oruç’un röportajı…
Oyunculuğa başladığınız yıllardan bahsedelim öncelikle. Bildiğim kadarıyla yurt dışında üniversite okuyordunuz. Yolunuz sinema ile nasıl kesişti?
1963 yazında okul tatil olunca İstanbul’a ailemin yanına gelmiştim. Bir gün eş dost bir aradayken misafirler arasında Acar filmin genel müdürü Sabahattin Sürmeligil de vardı. Bana “Sinemayı düşünmez misin?” diye sordu. Biz ailece sinemayı çok severiz ama oyuncu olmak gibi bir isteğim yok. Sinemada yeni yüzlere ihtiyaç olduğunu ve şansımı denememi söyledi. O dönemde Türkan Şoray yeni yeni filmler çekiyor, karakaşlı kara gözlü Ayhan Işık, altın çocuk Göksel Arsoy var. Tabii benim okulum devam ediyor, o dönem. İkna oldum ve fotoğraf çektirip Ses Dergisi’ne yolladım. Elemeleri geçtim. Aynı dönem yarışmada Süleyman Turan, Tunç Oral, Ajda Pekkan, Hülya Koçyiğit de var. Yarışmayı ben ve Ajda Pekkan kazandık. Birinci olanlara altı film çektiriliyor. Başrolde oynuyorsun. Tabii planlı bir şey değildi. Eylülde okulum açılacak ve geri dönmeliydim. Sonra en azından bir film çekelim dediler. Bir dönemlik üniversiteden izin aldım. İlk filmi 1963 Kasım ayında çektik. Genç Kızlar…
İLK FİLMDE KENDİMİ BEĞENMEMİŞTİM
Oyunculuk eğitimi almış mıydınız? İlk set günlerinizi hatırlıyor musunuz?
Romandan senaryolaştırılmış bir hikâye idi. Ben orada öğretmen İskender rolündeyim. Film çekiminden bir hafta önce beni aradılar. Dedim “Bana bir şeyler öğretin, oyunculuk eğitimim yok.” Bana “Yaparsın sen” dediler. Sete gittim karşımda 50-60 tane güzel kız. İçlerinde Türkan Şoray ve Hülya Koçyiğit’te var. Çok utandım, elim ayağım titriyor. Mahcup bir delikanlıyım. Filmi çektik, fragmanı izledim. Kendimi çok beğenmedim tabii… Ben bu işe uygun değilim diye düşündüm. Ama hayatta şans diye de bir şey var. Bunu tecrübelerime dayanarak söylüyorum. Ben filmde kendimi beğenmedim ama film çok iyi iş yaptı. “Sen gitme kal. Bir film daha çekelim.” dediler. Sonra Ülkü Erakalın, “Mualla filmini çekeceğim sen oyna” dedi. Kendimi beğenmediğimi ve bu işi yapamayacağımı Ülkü Bey’e de söyledim. Sonra bu filmi de çektik. Ama benimle çok uğraştı. Ocak 1964… O da çok izlendi. Ardından Affetmeyen Kadın, Ahtapotun Kolları derken 130’a yakın filmde rol aldım. Sağlığım yerinde olduğu sürece de oynamaya devam edeceğim.
Sinema ve şöhret size ne kattı?
Sinemada her film eğitimdi benim için. Hepsinde bir öğrenciydim. Şimdi de burada öğrenciyim. Yeniliklere açığım ve öğrenmeye devam ediyorum. Sinema bana çok şey kattı. Dakik olmayı, disiplini, saygıyı öğretti. Şöhret olunca da hayatım değişmedi aslında. Sadece İstanbul Cihangir’de bir ev tuttum. Orada yaşamaya başladım. Film çekimlerine kolay gitmek için.
1970’lerden sonra ne oldu da Ediz Hun sinemayı bıraktı?
1970’li yılların ikinci kısmında üçüncü sınıf film şirketleri devreye girdi. Sinemada uygunsuz filmler çıkmaya başladı. Ben de ara verdim. Yurt dışına gittim. Bu dönemde benim gibi ara veren, boşta kalan sanatçılar olduğu gibi para için bu tarz filmlerde rol alanlar da oldu. Sinemayı ayakta tutan kadın seyircidir. Bu tarz filmler kadın seyirciyi sinemadan uzaklaştırdı. Sinemanın belirli periyotları vardır. Cüneyt Arkın’ın dediği gibi Yeşilçam artık yok. Eşref Kolçak, Neriman Köksal, Ayhan Işık, Fikret Hakan gibi isimler insanları sinemaya hazırladı. Bu sanatçılar ile kadın seyirci sinemayı benimsedi. Ondan sonra mecmua yarışmalarından sanatçılar çıktı. Biz Cüneyt ile aynı dönemde çıktık. O da Artist dergisinin kazananı idi. Sonra Kartal Tibet, Kadir İnanır, Tarık Akan… Sürekli yeni yüzler gelirdi. Hem erkeklerde hem kadınlarda. Ama bir yerde iş çığırından çıktı. Kadın seyirci uzaklaştı. 16-17 yaşlarındaki çocuklardan kuyruk oluyordu sinemalarda. Tabii sonrasında güzel filmlerde çekildi aslında. Bu bir dönemdi.
HİÇBİR ZAMAN SİNEMAYI BIRAKMADIM ARA VERDİM
Sinemayı bırakıp yurt dışına gittiğiniz için pişman oldunuz mu?
Ben hiçbir zaman sinemayı bırakmadım. Ama yurt dışına çıkıp eğitimimi tamamladığım için de pişman olmadım. Şu anda da bana uygun, halkın sevebileceği bir senaryo olur ise kabul ederim. Bazen senaryolar geliyor ama eften püften roller. Diyorum ki seyirci bu rolde beni görürse izlemeye gelmez. Mesela Savaşçı dizisinde rol aldım. Çok güçlü bir karakter idi ve herkes sevmişti. Şu an tiyatro oyunu dışında herhangi bir iş yok. Bir de artık sinemalar AVM içinde. Bulvar, Emek, Atlas gibi sinemalar yok. Emeğe yazık oluyor. Canla başla çalışıyorsun, film çekiyorsun AVM’de oynatılıyor.
Sizi en çok kamera karşısında Türkan Şoray ve Hülya Koçyiğit ile izlemeyi severdik. Sizi bir araya nasıl getirirlerdi?
Ben hemen hemen bütün kadın sanatçılarla çalıştım. Hepsinin ayrı meziyeti ve iş ahlakları vardı. Türkan’ı çok severim, duygusal, samimi ve iyi bir sanatçıdır. Biz onunla filmlerden sonra da çeşitli etkinliklerde, programlarda yer aldık. Seyircisine her zaman tebessüm ile yaklaşır. Filiz de keza öyledir. Fatma çok dürüst ve mert bir kadındı. Eskiden star sistemi vardı. Bölgelerin başında biri olurdu. O bölgeden hangi kadın ve erkek sanatçının birlikte oynaması isteniyorsa İstanbul’a haber gelir yapımcılar ona göre hareket ederdi. Seyircinin istediğine göre sanatçıları bir araya getirip filmler çekilirdi. Şimdi böyle bir sistem yok. Şimdi yönetmen filmleri çekiliyor. Doğrusu da budur aslında. Ama yine de halkın sevdiği bir star olmalı.
ÖNEMLİ OLAN ROLÜN HAKKINI VERMEK
Son filminiz Şöhretler Okulu Yarışıyor’dan da bahseder misiniz?
Şöhretle Okulu filmi için aradılar beni. Önce çocuklarla tanışmak istedim. Büyümüşte küçülmüş gibiydiler. Bende oynamak istedim. Bir de kızımı canlandıran Berna Üçkaleler vardı. O da iyi bir kızımız. Güzel bir yapım oldu. İkicisi çekilebilir. Ancak benim olup olamayacağım henüz belli değil.
Set ortamı değişmiş mi peki?
Biz her türlü ortama ayak uyduruyoruz. Zor şartlarda filmler çektik daha önce. 1965’te bir film çekiyoruz. Kışın elimde kelepçe denize atlıyorum. Çıkıyorum kuruyorum, yeniden atlıyorum. Meşakkate alışmış biriyim. Biz setlerde bazen etrafımıza bez tutarlardı öyle giyinirdik. Her şeyi kendimiz yapardık. Hiç kimse kapris yapmamalı. Sonuçta bu işten başkaları ekmek yiyor. Sette sadece çay vardı. Şimdi bakıyorsun sete özel yemek söyleniyor. Bu yanlış. Sete ne geliyorsa herkes aynı yemeği yemeli. Hatta ben bununla ilgili bazı arkadaşları uyardım. Lüks, konfor önemli değildi. Önemli olan rolü hakkıyla yerine getirmek. Neticede halkın karşısına çıkıyorduk.
Yeşilçam filmlerinin tadını neden şimdi bulamıyoruz?
Tat yok çünkü o zaman bir film 25 günde çekiliyordu. Sahneler beklenirdi. Saatlerce ışık beklediğimiz olurdu. Daha gerçekti sahneler önceden. Şimdi öyle mi? Işıkları koyuyorlar, hemen bir prodüksiyon, sahneler çekiliyor. Şimdi bir haftada senaryolar yazılıyor, vakit yok çünkü.
Bugünün sanat camiası hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sanatçı daima seviyeli bir şekilde oyununu sergilemeli, halk ile iletişimini bozmamalı ve özel hayatını mazbut yaşamalı. İşini iyi yapan gençler var ama boşa çalışan tipler de var. Herkes kendisinin farkına varmalı. Bana kimse “Ediz sen kötü oynuyorsun” demedi. Ben kendimi geliştirdim, çok çalıştım. Film çekerken çok sabırlıyımdır. On defa tekrar deseler, tamam derim.
SEYİRCİYE KARŞI SORUMLULUĞUM VAR
Meslek hayatınızın ilk tiyatro oyunu On Kişiydiler… Bu konuda bir tereddüt yaşadınız mı? Daha önce tiyatro yapmayı hiç düşünmediniz mi?
Daha önce tiyatro denemedim. Çünkü bir talep gelmedi. Rahmetli Nedret Güvenç bana “Ediz Bey diksiyonunuz çok güzel, tiyatroda da başarılı olursunuz” demişti. Ama dediğim gibi yollar kesişmedi. On Kişiydiler oyunu için de bana iki yıl önce teklif geldi. Tiyatro Ak’la Kara’nın sahibi Savaş Özdural ile görüştük. “Türkiye’de 70 yaş üstü en azından 25 aktör bulursun. Neden beni istiyorsun. Ben daha önce hiç tiyatro yapmadım. Başarılı olup olamayacağımı bilmiyorsun” dedim. Ama Özdural ısrarla oynamamı istedi. Türkiye’de hemen her kesim tarafından sevilirim. Bu bir riskti. Sonra iki gün müsaade istedim, düşünmek için. Yaparsın bu işi dedim kendime. 62 sayfalık teksti ezberledim. İki ay çalıştım. Teksti de beğenmiştim. Para için çalışmam ben. Benim bir seyircim var ve onlara karşı sorumluyum. Yüzüncü oyunumuzu sahneleyeceğiz şimdi.
Ben tiyatro yapmadım ama 1983’te Norveç’ten döndükten sonra üniversitede dersler vermeye başladım. Ayrıca çevre, sevgi konusunda konferanslar verdim. Halkın karşısında konuşmalar yaptım. Bu yüzden karşımda on bin kişi de olsa oynarım ben. Halk tecrübem var çünkü. Ayrıca buraya gelen insanların da beni sevdiğini bildiğim için rahat oynuyorum. İlk oyunda elim ayağım titremişti. Ama başardım. Self kontrolüm yüksektir. Cümlemi unutsam bile ona yakın bir şeyler söylerim. Tabii bu da tecrübe ile oluyor. 22 yaşından beri bu işin içindeyim. 40 yıldır konferanslar veriyorum, Türkiye’nin her yerinde.
Nasıl bir oyun On Kişiydiler?
On Kişiydiler, Agatha Christie’nin ölümsüz eserlerinden biri. İlk önce adı On Küçük Zenci idi. Sonra zenci tanımlaması aşağılama olmasın diye kaldırıldı. Çok önemli bir roman. Dünyada okunma sırasında altıncı. 1939 yılında yazılmış. Ben de oyunda bana verilen görevi en iyi şekilde yapmaya çalışıyorum.
SEVGİ KUTSALDIR BENİM İÇİN
Eşiniz Berna Hanım’la nasıl tanıştınız?
Evde oturuyordum kapı çaldı. Tarih 26 ya da 27 Aralık 1969… Üç hanım geldi, hosteslermiş. İçeri davet ettim, onlara kahve yaptım. “15 Ocak’ta balomuz var, gelir misiniz?” diye sordular. Ben de o dönem Kalbimin Efendisi filmini çekiyorum. Uludağ’da çekimler var birkaç gün ara verdik, eve öyle gelmiştim. Onlardan birinin telefonunu istedim, haber vereceğimi söyledim, gittiler. Tabii ben iş yoğunluğundan arayamadım. Bir ara aklıma geldi. Baktım numarayı veren Berna… Aradım annesi çıktı evde yokmuş. Numaramı bıraktım arayan olmadı bir kez daha aradım. Buluştuk. Ve sonra evliliğe giden bir süreç oldu. Gün geldi sinemayı bırakacağımı ve eğitimime devam etmek için Norveç’e gitmek istediğimi söyledim. O da benimle geldi. Bir yaşında kızımız Bengü de vardı. 6 sene kaldık orada sonra geri döndük. Üniversiteyi ikinci bitirmiştim. Aslında hocalarım orada kalmamı istedi ama babam ve annem burada olduğu için Türkiye’ye geri döndüm. Duygusal bir adamım ben. Evin tek oğluydum. Onları yalnız bırakmak istemedim. Sevgi kutsaldır benim için. İyi ki gelmişim. İki sene sonra babamı daha sonra da annemi kaybettim.
Norveç’te Biyoloji ve Biyokimya okudunuz. Çevre, doğa konusunda birçok konferans verdiniz…
Çevre konusunda kırk yıldır ders veriyorum. Şu anda dünya nüfusu 8 milyara doğru gidiyor. Bu gidişle 2055’te on milyara ulaşacağız. Bu kafa ile gidersek yaşanabilir bir dünya çok zor. Savaşlar olmasın. İnsan bu kadar kötü mü? Ben bir sineği bile öldüremiyorum. Bu nasıl oluyor? İnsanlık dışı. Harpler kötüdür, daima barış içinde olmalıyız.
BAYRAMIN GAYESİ SEVGİYLE KUCAKLAŞMAK
Okurlarımıza Ramazan Bayramı için bir mesajınız olur mu?
Eski bayramlar artık yok maalesef. Önceden hanımlar, erkekler çok şık giyinir, ev ziyaretleri yapılır, eller öpülür, sohbetler edilirdi. Kırgınlıklar giderilir, insanlar birbirine sarılırdı. Bayramın da gayesi budur aslında. Küskünlüklerin bitmesi, sevgiyle insanların kucaklaşması. Ben bütün insanları kucaklarım. Tarladaki çobanın da başımın üstünde yeri var. Ayrım yapmam. Irkçılık yapmam, yapanı da uyarırım. Yaşamın amacı sevgidir. Ancak bizi sevgi mutluluğa götürür. Mutluluğu tatmanın yegâne yolu onu paylaşabilmektir. Benim bayram için de temennim budur. Mevlana ve Yunus Emre bu konuda ne kadar güzel konuşmuştur. “Gelin tanış olalım, işi kolay kılalım, Sevelim sevilelim, dünya kimseye kalmaz!” demiş Yunus Emre… Bugünlerde insanlar daha farklı düşüncelere sahip. Bir başkasını ezme, çok para kazanma hırsı var. Yediğimiz bir lokma ekmek aslında. Ben bu konuda annemden de çok şey öğrendim. Felsefe öğretmeni idi. Babam da mühendis. Hayat çabuk geçiyor, önemli olan bunu nasıl yaşayacağın.