Netflix’in kıyamet kurgusu “Into The Night”ın ikinci sezonu son bulduğunda bir sürprizle karşılaşmıştık. Kıvanç Tatlıtuğ diziye dâhil olurken finaldeki buluşma yarım kalmadı ve bu sahnenin öncesinde yaşananları aynı öykünün uzantısı niteliğinde yeni bir dizide, “Yakamoz S-245″te izleyeceğimizi öğrendik. Murat Uyurkulak, Sami Berat Marçalı ve Cansu Çoban’ın kalemiyle uyarlanan ve birçok ünlü ismi bir araya getiren dizi, yok oluşun eşiğinde bir denizaltına sıkışmış yolcular ve mürettebat etrafında geçiyor.
INTO THE NIGHT’I HATIRLAYALIM
Pandeminin sıkıntılı bir sürecinde (Mayıs 2020) erişime açılan “Into The Night”ı salgın etkilerinin yine yakıcı hissedildiği, belirsizliğin yerini karamsarlığa bıraktığı bir dönemde (Eylül 2021) ikinci sezonuyla izledik. Leh yazar Jacek Dukaj’ın 2015’te yayınladığı ‘The Old Axolotl’ adlı romanından hareketle çekilen dizi, enerji kaynağımız güneşin anormal bir aktivite sonucu ölümcül tarafa geçişini konu alıyor.
Güneş, üzerine doğduğu insanları toplu halde öldürürken durumu fark eden bir grup yolcu, uçakla dünyayı turlayarak gecede kalmanın yolunu bulur. Yolun hiç bitmeyip seyahatin ikamete dönüştüğü koşullarda bir çeşit Nuh gemisine çevrilen uçak, ikinci sezonda yolcularını Bulgaristan’da bir NATO sığınağına indirirken iktidar savaşı ve ötekiye bakış gibi sorunlar öne çıkarılıyordu. Uçakta geçen sezonda hayatta kalma refleksinin bencil insan ile çarpışmasını ana hatlarıyla işleyip geçen dizi, bir soğuk savaş sığınağına inildiğinde çatışmasını daha siyasallaştırarak Doğu-Batı geriliminden destek almıştı. Özetin de özetine gidersek; Belçika yapımı dizi, güçlü oyunculuklara ve tek mekân yönetimine başarılı bir örnek sunmaktaydı. Zaman zaman harabe şehir görüntülerinin serpiştiği “Into The Night”, “geceye dair” propaganda yapıyordu.
Geleceksiz bir kargaşanın orta yerinde mürettebat ve yolcuların üç temel sıkıntısı söz konusuydu. İlk olarak ölüme (güneşe) karşı koyacak, daha sonra aralarındaki çekişmeyi kontrol altına alacaklardı. Son olarak olayı kavramaya çalışacak, insanlığın kurtuluşuna dair akıl yürüteceklerdi. Dizi ilk sezon bu dengeyi büyük ölçüde korusa dahi sığınak sezonunda çıkış noktasından (fikrin parlaklığından) uzaklaşmanın da etkisiyle cazibesini yitirdi. Bilim kurgudan destek alıp gerilim ve aksiyon türlerine göz kırpan “Into The Night” git gide kıyamet fikrinin can ve göz alıcılığından sıyrılarak alt türlerin çizgisinde kayboldu. Buna karşın ikinci sezon çözüme giden yolu açtı diyebiliriz. İlk şaşkınlığı atan insanlık hayatta kalmayı başarıp asgari koşulları sağladıktan sonra “kendisi gibi olanlar”la, yani kıyamet sonrası popülasyonla iletişim kurmaya başladı. Bu veriler ışığında üçüncü sezon iktidar mücadelesinin yerini dayanışmaya bırakacağını, dahası talihin döneceğini ileri sürebiliriz.
GÜNDÜZ DALIP GECE ÇIKMAK
Eş zamanlı öyküyü andıktan sonra “Yakamoz S-245″e değinmek, konuyu kısaca aktarmak gerekiyor. Dizi için “aynı evren, koşut maceralar” yakıştırması yapılabilir. “Into The Night”ta uçak kaçırılıp birkaç turun ardından sığınağa inilirken “Yakamoz S-245″te kıyametin etkisi bir denizaltında mahsur kalmak biçiminde hissediliyor. Biraz daha başa sarmalı.
Bir grup bilim insanı, Erebus adlı çukura araştırma dalışı yaptığı sıra yaşanan hareketlik sonucu kendini bir kıyametin ortasında bulur. Denizaltılarla haşır neşir Arman (Kıvanç Tatlıtuğ), eski sevgilisi akademisyen Defne (Özge Özpirinççi), asistan Rana (Ecem Uzun), oşinograf Felix (Jerry Hoffman) ve deniz biyoloğu Cem (Onur Ünsal) dalış ekibinin üyeleridir. Defne’nin nişanlısı Kenan (Alper Saldıran) Kos’ta bir sığınak olduğu yönünde mesaj bırakınca Kos Adası’na giderler. Burada ümidi kesmiş, ölümü beklerken imdatlarına “Yakamoz S-245” yetişir. Komutan Erenay (Hakan Salınmış), ikinci kaptan Umut Sancaklı (Ertan Saban) ve harekât subayı Yonca’nın (Ece Çeşmioğlu) başında bulunduğu mürettebat, yeni yolcuları pek sıcak karşılamasalar da zamanla ölüm kalım savaşında omuz omuza verecekleri ve elbet didişmeyi de hiç kesmeyecekleri bir serüvene dalarlar.
DENİZİN ALTINDA ER MEYDANI YA DA İKİ ALFA ÇIKTI MEYDANE!
“Yakamoz S-245″in ilk elden başarılı bir uyarlama olduğunu, Netflix yerli aksiyonları içinde bir adım öne çıktığını söyleyebiliriz. Ana hikâye başka bir deyişle ilk dizi (“Into The Night”) henüz sonlanmadığından spin-off benzetmesi uygun kaçmayacaktır. Bu noktada, iki diziyi ister istemez kıyaslamaya gidiyoruz. Değerlendirmeye öykünün yapısal niteliklerinden girişelim. “Yakamoz S-245”, “Into The Night”a göre daha az cephe barındırırken çatışma yükünü belli karakterler üzerinde yoğunlaştırarak seyircide dikkat dağınıklığını engelliyor. Öte yandan Cem’in bağımlılık sorunu gibi yan çatışmaları reklam arası girercesine verdiğinden ana çatışmadan izole etmeyi başarıyor. “Into the Night”ta ise aksine mekâna ağırlık veren bir anlayış benimsenmiş, kısıtlılık halinden faydalanılarak çatışmalar klostrofobik bir duygusal zeminde desteklenmişti. Bir anlamda insanın grup halinde yaşama deneyimi sorgulanmış, ruhsal kırılmalar topluluk ilişkileri üzerinden açıklanmıştı. “Yakamoz S-245″te denizaltı tehditkâr bir düzlemde, bir hapishane kimliğinde işlenmiyor. Bu bir tercih şüphesiz… Öte yandan dizi zengin baba-ayakları üzerinde evlat çelişkisini öne çıkarmayarak seyirciye “tanıdık ve bayağı” gelecek bir üsluptan sakınıyor.
Komutan Umut ile araştırmacı Arman’da cisimleşen çatışma, açılmayan cephelerin yükünü sırtlamış götürüyor. Öyle ki koca denizaltını bir er meydanına çevirip egolarının son damlalarına değin çarpıştıklarını görüyoruz. Bu durum askeri, bilim insanıyla güçlü çizilmiş kadın karakterlerine karşın diziyi bir erkek dizisi haline getiriyor. Ne denir! Nuh’un denizaltısına da âdem elmaları hâkim!
“Yakamoz S-245″in “Into The Night”a göre daha sakin geçtiği yine zamana karşı yarışın aynı tempoda verilmediği ortada… Şartlar eşit değil! Denize her an dalacak bir aletin hazır bulunması, uçakla sürekli Batı’ya doğru giden uçak yolcularının gerginliğini yaşatmıyor. Ancak zamana karşı alınan bu gevşek tutum ve atmosferin, kısıtlı mekânın rahatsız ediciliği yadsınarak kurulması dizideki gerilimi de askeri disiplin bilim insanı karşıtlığına sıkıştırıyor.
KRİZ YÖNETİMİ: EHİLLER VE KAMUOYU
Buradan devam etmeyi umuyorum. “Into The Night”, NATO’ya göbekten bağlı, kıyamet sonrasını ise iki kutuplu dünya ile açıklayan bir siyasi pencereden bakarken asker sivil zıtlığı dizinin elini güçlendiriyor, dramatik yapıyı besliyordu. İlk sezon derdest edilen NATO subayı tehlike biraz olsun savuşturulup sığınağa inildiğinde bir tabur askere adeta teslim olunmasıyla beraber mantığı tersinden çalıştırmıştı. Kısacası işler sarpa sarıp tehlike baş gösterdiğinde asker tehdit görülmüş, dengesiz kararlarından sakınmak için tecrit edilmiş; nefes alındığı anda (ikinci sezonda, sığınakta) ise emir komuta kendini yeniden hissettirmişti. Bu ana fikir “Yakamoz S-245″te de geçerliliğini sürdürüyor. Güneşten kaçma olanağı birkaç düğme uzakta, el altındayken, askerler ev sahipliğinin de rüzgârıyla bilim insanlarını bastırıyorlar. Maraz ilginç bir biçimde konfordan doğuyor! Elbette olaylar bir askeri denizaltıda geçtiğinden bir boru öttürme, düzen tutturma kaygısına rastlanıyor askerlerde. Yine de Altan (Ersin Arıcı), Barış (Güven Murat Akpınar) ve Umut komutanı hariç tutarsak aşırı davranışlara pek rastlamıyoruz. Askeri nizam bozulmuyor.
Bu karşılaşmayı genişletirsek yeniden “dünyanın düzeni” tartışmasına döneriz ki günümüzle de ilişki kurulabilir. Pandemi bize şu soruyu hatırlattı: Dünya ortak bir tehdit altındayken süreci kim yönetmeli, kritik kararlar nasıl alınmalı? Salgın esnasında bilim insanlarının tamamen dışlanmamakla birlikte ilk ve son sözü alamadıklarına, her daim el altında tutulduklarına şahit olduk. Bir anlamda denizaltıdaki düğmelerden farksız karşılandı bilim insanları. Mürettebat (insanlık) sıkıştı mı hemen devreye sokuldular. Dahası bir düzenek halinde (sistematik düşünce, bilimsel yaklaşım sahibi) çalıştırmaya ve sürdürmeye hazır olduklarından hata verdikleri, arızalandıkları takdirde dahi telafi imkânı sundular. Görüldü ki siyaset, denetlenebilir ve akılcı doğasıyla bilime muhtaç fakat ipleri verecek kadar güvenmiyor!
“Yakamoz S-245″teki yönetim, militarist yapısının, o sert ve erkeksi doğasının ötesinde dünyanın genel eğilimini de yansıtmakta… Askerleri alalım, yanlarına bürokratları, teknokratları, siyasetçileri ve bilinci tüm bu dar (ve üstün!) gruplar doğrultusunda şekillenen kamuoyunu koyalım, tablo netlik kazanacaktır. Ehiller ile kamuoyu arasında gerilim, kriz olsun olmasın had safhada yaşanıyor. Yahut ehiller kamu yararı gözetsin gözetmesin düzlüğe çıkıldığında “gemiden ilk atılacak” yaftasıyla dolaşmaktan kurtulamıyor. Ülkemizde de pandeminin toplumu önüne katıp sürüklediği dönemlerde hekimler “baş tacı” edilirken, marjinallerine ve karamsarlarına dahi kulak kabartılır, hiç değilse tahammül edilirken şimdi gözden çıkarılıp, “giderse gitsinler” noktasına gerilediler. Bu “çaptan düşüş”, esasen siyaset ve siyaset tarafından zehirlenen toplumun hekimleri ve daha geniş ifadeyle bilimi layık gördüğü noktayı da ifade ediyor maalesef… Dolayısıyla “Yakamoz S-245″te asker-sivil çizgisini aşıp spesifik bir yere oturan, bilim insanlarını denkleme sokan yönetim kargaşasına dair kamuoyu ile ehillerin tarihsel ayrılığını ve çekişmesini yakıştırabiliriz.
DİZİDE OLUMLU-OLUMSUZ YANLAR
“Yakamoz S-245″in olumlu olumsuz yanlarına göz gezdirdiğimizde bir denge görüyoruz. Artılardan başlayalım. Dizi baştan sona Netflix matematiğine uygun akarken bölüm sonlarında karşımıza çıkan çatışmalar merakımızı kışkırtıyor. Hani bir solukta (bir oturuşta) bitirebileceğiniz türden bir dizi “Yakamoz S-245”, hatta yukarıda bahsettiğim nedenlerden dolayı “Into The Night”a göre pürüzsüz bir anlatıya sahip. Asker-sivil diyalogu iki alfa karakter vesilesiyle kurulunca gerilim onların sahnelerinde kendiliğinden beliriyor. Karakterlerin bu biçimde yüklenmesi ise mesajların aktarımını kolaylaştırıyor seyirciye kapılacağı ve duracağı yeri işaretliyor. Şüphesiz bazı kırılmaların altı boş kalmış. Erenay komutanın göründüğü ilk kareden itibaren ancak atıldığı takdirde öyküye hizmet edeceğini anlamamıza rağmen ölümü aceleye getirilmiş. Zamanlamadan ziyade nedensellikten kaynaklanan bir acele söz konusu… Geminin komutanı olarak inisiyatif ve risk alıyor, buraya kadar doğal fakat son çarenin (bombanın üzerine gitmek) en başa çekilmesi bir sorun yaratıyor. Diğer bir sıkıntı da asker sivil çatışmasını tetikleyen mesele… Kos Adası’nda sığınağı arayan askerler bir bankanın kasasında mahsur kalıyorlar. Buna birkaç askerin bankayı soyma hırsı sebep oluyor. Madem ahlaki bir açmaz sunuldu, detaylandırılması yerinde olurdu.
OYUNCULUKLAR ÜZERİNE
Oyunculuklar bakımından dizinin “Into The Night”ın epey gerisine düştüğünü söylemek lazım. Bunda kapalı atmosferin işlevsel kılınmayışının payı yadsınamaz. “Into The Night”, dünyanın sonunu mekânın sınırlılığı ile örtüştürüp oyunculuklarda doping etkisi yaratıyordu. “Yakamoz S-245″te ise melankoli, depresyon gibi tehlikesiz dünyaya has(*) duygu yoğunlukları öne çıkabiliyor. Yanı sıra yas süreci dizide pek işlenmemiş. Ailelerin, sevgililerin kayıpları birkaç sahne dışında olay örgüsüne nüfuz etmemiş. Bu iki durumun, yasın ve belirsizlikle köpürtülen kapalı alan korkusunun eksik bırakılması performanslara da yansımış. Genel itibariyle “idare eder” oyunculuklar izliyoruz.
Kıvanç Tatlıtuğ ile Ertan Saban başarılılar. Tatlıtuğ uzun süredir yakın durduğu maço erkek görüntüsünü törpülemiş, aklına başvuran bir kompozisyon çizerek düzeyli bir oyunculuk sergiliyor. Saban en iyi yaptığı işi yapıyor, fevri (biraz da şiveli) erkeği canlandırıyor. Fevri fakat karakterini dört dörtlük maço sayamayız. Zaten bu iki alfa, kişilikleri bakımından maço olmasalar da çarpışmalarından bir erkek dalaşı inşa ediyorlar. Kadın karakterlerden Ece Çeşmioğlu ve Özge Özpirinççi de başarılılar ancak erkek baş karakterler gibi onlara da pek alan tanınmamış, karakterlerini işleyebildikleri, yörüngeden ayrılmadıkları ölçüde iyiler. Rolün hakkını vermekten çok rolün altını doldurmaktan bahsedebiliriz, başarılarını açıklarken. Çeşmioğlu bir adım öne çıkıyor.
Meriç Aral ve Ecem Uzun ise karakterlerinin kurbanı olmuşlar. Uzun’un canlandırdığı Rana silik bir tip… Hikâyede -hele böyle bir hikâyede- silik tip olur fakat Rana silikliğine direnerek kendi rolünün altını oyuyor. Bu sabotaj oyunculuğa da yansıyor ve dizinin temposuna ayak uyduramıyor. Aral ise daha evvel birçok kez sergilediği “sert kadın” rolüne bürünmüş buna rağmen silik kalmış. Aral’ın yüz hatları sert kadına müsait ancak o yüzü makyaja boğmasalarmış keşke! Sorgu sahnesinde yüzü aktı akacak duruyor. Geri kalan rollerde sivri bir performans izlemiyoruz. Zaten diziye kısa, hızlı ve etkisiz oyunculuklar hâkim…
* *
Sözü şöyle bağlayabiliriz: “Yakamoz S-245”, başarılı bir uyarlama, amacına hizmet eden iyi bir eş öykü… Koşutuna (yayın tarihi bakımından öncülüne) göre daha sade bir çatışma hattı belirlemiş ancak o hatta sadık kalarak duygusal yoğunluğu korumuş. Oyunculukların ise bazı anlatı tercihlerden ötürü geride kaldığını belirtmeli.
* Gerçi Lars Von Trier Melancholia (2012) filminde yaklaşan kıyameti yorumlarken bu duyguyu kılavuz edinmiş, bu yönüyle melankoli kişiye özgü bir duygu durumdan ziyade bir kitle iletişim/duyum aracı olarak değer kazanmıştı.