Şimdilerde bir metafor olarak kullandığımız “cadı avı” ifadesi, Ortaçağ Avrupası’nda “olağan şüpheliler” için şiddet dolu bir uygulamaydı: Müesses nizamın karşısında konumlandırılan, iktidar sahiplerince “başka”, “yabancı”, “tehlikeli” ve “öteki” diye nitelendirilenlere karşı girişilen bir şiddet eylemiydi. Bu, yalnızca Avrupa’yla sınırlı kalmadı, zaman içinde bir virüs gibi Amerika’ya da sıçradı. Özellikle kıtanın yeni sahiplerinin kölelere ve bölgenin eski sahiplerine uyguladığı insanlık dışı muamelenin bir tezahürü hâline geldi.
ABD’ye göç eden İngiliz Püritenler, on yedinci yüzyılda “cadı avı”na girişirken 1692’de Salem’deki yargılamalarda başrolü üstlendi. ABD’nin sömürgecilik tarihinin dönüm noktalarından biri olan bu “davalar”da, kayıtlara geçen pek çok idam cezası verildi. Bir o kadar da kayıt dışı katliam olduğuna dair söylenti çıktı.
Fatmagül Berktay’ın ‘Tarihin Cinsiyeti’nde (Metis Yayınları, 2003) belirttiği gibi New England kasabalarında yoğunlaşan cadı avlarını takiben başlayan Salem Yargımaları, bölgedeki Püriten topluluğun marifetiydi ve asılsız suçlamalar yüzünden birçok kadın idam edilmişti. Harekete geçen “kamusal histeri” sonucunda, “kadının gerekli bir kötülük” olduğuna dair kanaat güçlenmişti. Dolayısıyla Kilise’yi arkasına alan ırkçılar ve cinsiyetçiler, Salem kasabasını tarihe geçirmiş; hem siyahlar hem de kadınlar, iktidar sahiplerinin düşman ilan ettiği kişiler hâline gelmişti. Berktay’ın vurguladığı gibi “bir topluluğun en yüce değerleri ve ilkelerini kabul etmeyen -bazen de edemeyen- kişilerin ‘cadı’ olarak damgalanması” hiç de zor değildi.
1692’de Salem’de yaşanan da böyle bir şeydi; kasabanın cadı avı ve yargılamalarıyla anılmasında, kendisine “kara cadı” denen ve siyah bir köle olması nedeniyle tuhaf suçlamalara maruz kalan Tituba’nın başına gelenler önemli bir paya sahipti. Maryse Condé, kaleme aldığı ‘Ben, Tituba’da hem bu tarihî olayı hem de onun yaşamını romanlaştırıyor.
‘HAYATIN BOYUNCA ACI ÇEKECEKSİN’
Condé, romanda anlatıcı, hikâyelerin tümünün tanığı, mağdur, sanık ve yorumcu olarak yer verdiği; bir cinsel saldırı sonucu dünyaya gelmiş, erken yaşta kaybettiği annesi gibi köle olan ve bir efendiden diğerine satılarak ABD’ye getirilen Tituba’nın hayat öyküsüyle ülkenin 1600 ve 1700’lerdeki kölelik, ayrımcılık, ırkçılık ve şiddet tarihini bir arada sunuyor okura.
Kendi ifadesiyle “talihsizlik eseri doğan” ve bir beyazın evladı, siyah köle kadının çocuğu olan Tituba, küçük yaştan itibaren şefkat yoksunluğunu tadıyor. Bir beyaza vurduğu için idam edilen annesinin eksikliğini de yine o dönemlerden başlayarak hissediyor. Oğlu ve eşi isyan çıkardığı gerekçesiyle işkence edilerek öldürülen Man Yaya, sahip çıktığı Tituba’ya ömrü boyunca hatırlayacağı ve ders niteliğindeki cümleyi kuruyor: “Hayatın boyunca acı çekeceksin. Çok, hem de çok. Fakat hayatta kalacaksın.”
Man Yaya, Tituba’ya bitkileri ve şifacılığı öğretmeye, denizleri ve dağları anlatmaya başlıyor. Başka bir deyişle onun yaşam ve akıl rehberi hâline geliyor. İlaç ve iksir yapmayı öğrenen, şifacılıkta ilerleyen ve doğayı yorumlamayı başaran Tituba, kısa sürede kendisini ve karşısındakileri tanımaya başlıyor: “Asılarak idam edilmiş bir kadının kızıydım, bir bataklığın kenarında yalnız başıma yaşıyordum, daha ziyade acımaları gerekmez miydi bana? Ardından, özellikle Man Yaya ile olan ilişkimi düşündüklerimi anladım ve ondan çekindiklerini hatırladım. Niçin? Man Yaya yeteneğini iyilik yapmak için kullanmamış mıydı? Daima ve yalnızca iyilik için. Kapıldıkları bu dehşet gözüme adaletsiz gözüktü. Ah! Aslında beni sevinçli hoş geldin çığlıklarıyla karşılaşmaları gerekirdi! Bana ağrılarını anlatsalardı onları iyileştirmek için elimden geleni yapardım. Şifa vermek için yaratılmıştım ben, korkutmak için değil.”
Tituba, hastaları iyileştiriyor, düşkünleri ve mutsuzları teselli ediyor. Böylece kendisi gibi köle olan kişiler arasında iyilik timsali hâline geldiği günlerde, neredeyse başka kimseyle olmadığı kadar yakınlaşıp sonra da tutkulu bir aşk yaşayacağı Kızılderili John’la tanışıyor. Mutlu ve huzurlu ilişkileri evlilikle ilerlerken sahibesinin kulağına Tituba’yla ilgili “insanın kanını donduran bakışları var; cadı bakışları, temkinli olun” diye uyarılar fısıldanıyor.
Tituba’nın ve John’un yeni sahibi Peder Samuel Parris çıkagelince ikilinin ABD macerası başlıyor. Tituba, yeni efendisinin kendisinde korku ve tiksinti yarattığını fark ediyor. Pederin eşi Elizabeth ise tam tersine çok şefkatli ve sıcakkanlı bir izlenim uyandırıyor genç kadında. İkili sohbet ettikçe sahibenin bazı hastalıkları olduğu ortaya çıkıyor ve kölesi onu iyileştirebileceğini söylüyor. Tabii bu konuşma ve teklif, sahip Parris’in hışmıyla kesintiye uğruyor. Elizabeth, o dönem pek az bulunan ya da dışavurulan vicdanı temsil ederken Peder, o günler revaçta olan nobranlığı, Tituba ve John ise ırkçılıktan ve kölelikten mustarip bireyleri simgeliyor.
Tituba, sahibesi Elizabeth’i tedavi ederken kendisine “lanetlenmiş” diyen sahip Peder Parris’i ise “şeytanın ta kendisi” diye niteliyor. Elizabeth, ne kadar olumlu bir mizaca sahipse Peder Parris sıkıcı vaazlarıyla, dilinden düşmeyen sert eleştirileriyle, öfkesiyle ve tavizsiz Püritenliğiyle Tituba’nın dikkatini çekiyor. İşin acı tarafı, eşiyle birlikte kendisini parya hâline getiren, köklerinden koparan bu düzende Elizabeth de Peder de Tituba’nın efendisi. Değişmez ve sarsılmaz bu gerçek, efendileriyle birlikte Tituba’yı ve John’u Salem kasabasına sürüklüyor.
ÖZGÜRLÜK VE İTAAT İKİLEMİ
“Tüm ağrıları iyileştiren, tüm yaraları tedavi eden, tüm düğümleri çözen” Tituba, Salem kasabasının muhafazakâr ve ırkçı ahalisinin nefesini ensesinde hissediyor ilk günlerden itibaren. Ruhlarını şeytana satanların hikâyelerini anlatmasını istedikleri Tituba’ya “Sen cadı mısın?” diye soranlar, pek yakında kopacak fırtınanın ipuçlarını veriyor aslında. Tituba da diğer tüm köleler gibi Salem’deki “siyah düşmanlık duvarı”nı görüyor.
Salem, “şeytanın özel görevlileri” denen kölelere düşmanlığın başka pek çok coğrafyaya oranla arttığı bir yer. Püriten ahali, lanetlendiğini düşündükleri siyahi kölelere her fırsatta şiddet uygulamayı ve onları aşağılamayı âdeta bir ibadet sayıyor. Başta Elizabeth olmak üzere evin kızları, kendilerine hikâyeler anlatan ve hastalıklarını iyileştiren Tituba’yı sevip koruyor. Fakat bu durum, kızların aniden hastalanması ve bunun Elizabeth tarafından “büyünün sonucu” diye nitelenmesiyle değişiyor. Başka bir deyişle cadılıkla suçlanan Tituba, hem Peder Parris’in hem de Salem Püritenlerinin açık hedefi hâline geliyor. Kızılderili John ise açık ve sert biçimde teşhisi koyuyor: “Bizler zenciyiz Tituba! Tüm dünya bize karşı!”
İtaat ve isyan arasında kalan, kaybettiği ülkesine kavuşma umuduyla yanıp tutuşan Tituba’nın, sırf ten rengi ve kendisine biçilen sosyal konum nedeniyle akla hayale gelmeyecek sebeplerle suçlanması insani ve vicdani boşluklar bulunan dönemin ruhunu yansıtıyor. Tituba ve onun gibi birçok köle tam da bunun cefasını çekiyor: Suç, suç değil ve mahkeme, mahkeme değil! “Cadılıkla” suçlanıp yargılananlara verilen cezalar ise tarihin birer kara lekesi olarak hâlâ kayıtlarda duruyor. Condé, meselenin bu yönüne eğilirken daha çok Tituba’nın ruh hâline ve olup bitene tanıklığına odaklanıyor.
Tituba, Boston’ın ve Salem’in anlatıcısı olmasının yanında, özellikle genç kızların ve hastaların kendisinden medet umduğu, şifa beklediği biriyken kasabanın Püritenlerinin etkisi altında kalan aynı kişiler tarafından “şeytanın elçisi ve hayatları büyülerle altüst eden bir cadı” olarak suçlanıyor. Berktay’ın “toplumsal histeri” dediği ve kriz anlarında hayli iş gören eylem, böylece Salem’de de devreye giriyor. Ahlak kumkumalığına soyunan ahali, Tituba’yı histeriye kapılmış genç kızların ifadelerinden hareketle suçluyor. Tituba ise hislerini kendisine saklıyor: “Hedeflerinin ben olduğunu biliyordum elbette ama hissettiğim duyguyu tarif etmem asla mümkün değil. Öfke. Öldürme arzusu. Keder, özellikle de keder. Koynunda yılan beslemiş, memelerini onların çatal dilli üçgen ağızlarına sunmuş zavallı bir aptaldım ben. Aldatılmıştım. Venedik incileri taşıyan ağır gövdeli bir kalyon gibi köşeye sıkıştırılmıştım. İspanyol bir korsan kılıcını vücuduma saplamıştı.”
Tituba, diğer kasabalara da yayılan ve Salem’i kırıp geçiren bir “kötülük vebası”nın tam orta yerine düştüğünü, kendisinden “suç ortaklarını” açıklamasının istendiği soruşturmaların öznesi olduğunu anlatıyor. Yargılandığı sürece kendisine yapılan harcamaları ve vurulduğu zincirlerin ücretlerini karşılamak zorunda olan Tituba, “ömür boyu mahkûm olduğumu biliyordum” cümlesiyle özetliyor içinde bulunduğu durumu.
Condé, özgürlük ve itaat ikilemiyle ömrünü tüketen, on yedinci yüzyıl sonları ve on sekizinci yüzyıl başlarında, köleliğin ve ırkçılığın hâkim olduğu, ahlakın ve vicdanın sükût ettiği, yaşamın Püriten vatandaşların isteklerine göre şekillendiği ABD ile ülkesi Barbados arasında bir köprü kuran, cadılıkla suçlanıp yargılanan ve aşağılanan tarihî kahraman Tituba’nın mücadelesiyle buluşturuyor okuru.
Köle sahiplerinin ve ahlak bekçisi ahalinin hışmına uğrarken feminizmin ilk ateşlerinden birini yakan ve hayata dört elle tutunarak kendisine (ve diğer kölelere) yapılan haksızlıklara karşı savaşan; öldükten sonra da yaşayan Tituba’nın hikâyesi bu.