Abdullah Deveci*
Kuzey İspanya’da Altamira olarak adlandırılan mağaranın iç yüzeyinde özellikle de üst yüzeylerde kazıma, aşı boyası ve kömürle yapılmış; bizon, at, geyik, domuz gibi dönemin av hayvanlarının resimleri vardır. Elbette mağaranın yüzeyleri dememizin bir nedeni var: Bu dönemde mimari daha ortaya çıkmış değil ve klasik olarak bir odanın duvar ve tavan gibi elemanlarıyla tanımlayabileceğimiz bir mimari yok. Mağaranın M.Ö. 35 binli yıllardan 15 binli yıllara uzanan kullanım evreleri olduğu anlaşılıyor. Ancak resimlerin Üst Paleolitik Çağ’da tam olarak hangi tarihlerde yapıldığı tartışmalı olsa da yaklaşık olarak günümüzden 17 bin yıl önceye tarihlendiriliyor. Yani Urfa’daki Göbeklitepe’den ve yeni yükselen yıldız Karahan Tepe’den yaklaşık 5000 yıl önce… Dünya’nın değişik yerlerinde Altamira gibi yüzeylerinde resim olan çok sayıda mağara var: Fransa’daki Lascaux ve Chauvet mağaraları bunlar arasında en çok bilinenleridir.
Peki, bu resimleri nasıl okumalıyız? Işığın olmadığı mağara mekânının yüzeylerindeki bu resimlerin, estetik haz için bakılan ve üzerine düşünülen sanat yapıtı olsun diye üretilmedikleri çok açık. Altamira resimlerinin anlamları üzerine, keşfedildiği 19. yüzyıl sonlarından bu yana birbirinden farklı o kadar çok açıklama yapılmıştır ki, bu açıklamalar antropoloji, arkeoloji ve sanat tarihi gibi disiplinleri ilgilendirdiği gibi bilim dışı çok sayıda açıklama da ilgi görmüştür: Bu resimlerin gerçek olamayacağı ve sansasyon için yapıldığı söylenmiş, dönemin bilim camiası ise bu gerçekçi resimlerin tarih öncesine uzanan eskiliği konusunda kuşkulu olmuştur. Ancak resimlerin neden yapıldığı konusu, dönüp dolaşıp hep tarih öncesi insanın ayin ritüelleriyle ilişkili görülmüştür. Peki, ayinle resimlerin bağlantısını nasıl açıklayabiliriz? Bu konuda da uzaylılardan başlayarak tevatürün çok olduğunu söyleyelim…
RESİMLERİN İKONOGRAFİSİ
Bir de E. H. Gombrich’in aktardığı bir ressamın öyküsüne kulak kabartalım. Gombrich, “Sanatın Öyküsü” isimli kitabında bir ressamın Afrika’ya resim yapmak için gittiğinden bahseder. Eğer aktaran Gombrich olmasaydı bu anlatıma şüpheyle yaklaşabilirdik. Tarih verilmemiştir. Ressamın ismi verilmemiştir. Dahası, ressamın Afrika’nın neresine gittiği belirtilmemiştir. Dolayısıyla bu bilgi akademik çalışmada kullanılacak bir bilgi gibi görünmüyor. Ama Gombrich için bunların önemi yoktur ve öykünün sonunda ulaştığı çarpıcı sonuç bu ayrıntı bilgilerden bağımsızdır.
Gombrich’in ressamına geri dönersek; uzun süre yerlilerin arasında kalır. Yerlilerin resimleriyle birlikte bölgenin av hayvanları dâhil çevre peyzajının resimlerini yapar. Her şey yolunda gitmektedir ve yerliler misafirinden hoşnuttur. Ta ki, geri dönüş hazırlıkları başlayıncaya kadar. Bu süreçte yerliler huzursuzlanmaya başlar. Ressam Avrupa’ya geri döneceği zaman gerilim doruğa ulaşır. Yerliler, ressamın av hayvanlarının resimleriyle gitmesini istemez. Resimler gittiğinde çaresiz kalacaklarını anlatmak için “biz ne yaparız” diye sorarlar. Yani yerliler için resmin gitmesi gerçek av hayvanın gitmesi anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle, yerlilerin düşünme tarzında resmin imgesiyle, gerçek olan birbirinden farklı şeyler değildir…
TILSIM VE BÜYÜNÜN ANLAM YOLCULUĞUNDA İMGE VE GERÇEKLİK
Modern zamanların duyarlılığı av hayvanı resminin, yani bir imgenin gerçeklikle nerdeyse tam olarak örtüşmesini garip görebilir. Hemen karar vermeyelim: Belki de çağdaşımız Afrika yerlileri ya da paleolitik atalarımızın garip görünen düşünce tarzını farklı da olsa hâlâ yaşatıyor olabiliriz. Deli divane bir aşığın, sevgilisinin resmini göğsüne bastırırken yaşadığı haz tam da imgenin gerçeklikle bire bir örtüştüğü andır. Ya da bir vatansever, düşman/işgalci ülkenin bayrağını çiğnerken ya da yakarken gerçekten bu eylemleri yaptığını sandığı bir duygu coşkunluğu yaşar. İşte bu durum imgenin gerçekliğe dönüştüğü andır. Örnekleri çoğaltabiliriz ama romantizmden sembolizme uzanan tartışmaların girdabına girmeden burada duralım.
İmgenin gerçek olanla ilgisi zihnimizde tılsım ve büyünün yer alabileceği deneyimlere kapı aralar: Mağara resimlerine geri dönersek, bu av hayvanlarının imgesine sahip olmak; av hayvanlarının bölgede kalması, kolay avcılık, onların ruhunun imgeler (resimler) vasıtasıyla hükmedilebilir olmasını sağlar. Bütün bunlar soyutlama becerilerinin gelişmeye başladığını gösterir. Soyutlama “dil” olmadan yapılamaz. Bu dönemlerde “dil” gelişmeye başlamış ve resim de “dil” gibi işlev görmüştür. Dolayısıyla ilk tılsım ve büyü pratiklerinin insan zihninin gelişim serüveni olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır.
*Eskişehir Okulu mensubu Barış Akademisyeni.