Tuğba Sivri
Aleyna Tilki’nin 15 Nisan Cuma günü yayınlanan yeni İngilizce teklisi ‘Take it or Leave it’, Youtube’da 22 saatte 1 buçuk milyonun üzerinde izlenmeye erişti. Şarkı eğlenceli, Avril Lavigne’in “Barbie Punk” olduktan sonra çıkardığı dans hitlerine benziyor. Müzikal başarısı müzisyenlerin tartışacağı bir şey şüphesiz. Ben burada popüler kültür ve küresel kapitalizm bağlantısını toplumsal cinsiyet özelinde ele almaya çalışacağım.
80’lerden itibaren Disney’in çocuk şarkıcı/oyuncuları Hollywood’un aktör kadrolarını doldurmaya başladı. Çocuk yıldızlar, özellikle “fan” kültürünün oluştuğu erken ergenlik döneminde kız ve erkek çocukları için birer idol haline gelirler. Günümüzde bu durum o kadar dolaysız ki K-Pop’ta (Kore Pop Kültürü) genç kız gruplarının (girl-bands) solistlerine “idol” deniyor. (1) Girlband ve boyband’lerin ayrı ayrı kurulduğu, grup üyelerinin katı eğitimlerden geçtiği, özel hayatları dâhil tüm zamanlarının kontrolünün ağır sözleşmelerle yapımcı firmalara devredildiği, katı kapitalist bir sektörden bahsediyoruz. Bunun Güney Kore’den çıkması da tesadüf değil şüphesiz. Güney Kore, neoliberal yeni muhafazakârlığın adeta membaı bir ülke. Yurt dışına ithal ettikleri dizilerden de bunu izlemek mümkün: “Doğu’nun müreffeh ulusu” imajı için üretilen, lüks villalarda son model arabalarla yaşayan otoriter ve sert erkeklerin başrollerde olduğu bu yapımlar Türk dizi sektörü için de son on yıldır yabancı olmaktan çıktı. Konuyu çok dallandırmadan, bu dizilerde ve pop şarkı video kliplerinde görebileceğimiz ortak birkaç temaya değinmek istiyorum.
Biliyorsunuz, K-Popçular Yeni Akit gibi yayın organlarında sık sık “Büyük tehlike” olarak anlatılır. Burada tehlike olarak görülen, özellikle boyband’lerdeki erkek şarkıcı ve dansçıların imajlarından başka bir şey değil aslında. Erkeklerin “erkeğe benzememesi” meselesi, yerli ve milli erkekliğe tehdit olarak algılanıyor. “Kadınsılaşan” ve gücünü yitiren, “sakalsız bıyıksız” bir erkeklik, kadınlara maazallah daha eşitlikçi, daha insanca yaklaşır da efendi-köle ilişkimiz bozulur mu, itaat ettiremez miyiz korkusu bu. Oysa K-Pop, imajın her şey olduğu, bütün mücadelelerin sembolik alanda verildiği çağımızda görüntü ve sözden ibaret bir değişimin aslında hiç de yeterli olmadığının bir kanıtı olarak okunabilir. Dışarıdan bakıldığında “kadınsı” görünen, geleneksel toplumsal cinsiyet rejiminin görsel kalıplarına sığmayan erkek idollerin ya da dizi karakterlerinin, söz konusu kadınlara hükmetme ve ataerki olduğunda erkekliklerinden hiçbir şey yitirmediklerini; aksine, adeta güç yitiren bir “maçoizm”i renkli kıyafetlerle yeniden küresel pazara sunduklarını söylemek de yanlış olmaz. Bu anlamda bir tehlike söz konusuysa bu, kadınların son 50-60 yılda elde ettiği bazı kazanımların bu yeni küresel görsel kültürün ürettiği “dominant erkek/itaatkâr kadın” kurguları sonucu düştüğü tehlikedir. Genç kızların henüz reşit olmadan girdikleri bu yoğun denetimli mekanizma, bir yandan “özgür kadın/kadının seçimi” söylemiyle konuşurken diğer yandan kadınların genç kızlıktan itibaren bedenlerini eril arzuya göre disipline ediyor, estetik ameliyatlar ve saatlerce süren egzersizler, katı diyet programlarıyla yeniden ataerkil kalıpları kadın bedenine geçiriyor.
Açıkçası burada daha büyük tehlike, bu “renkli” ataerkil kültürün bir özgürlük alanı olarak algılanması olacaktır. Nitekim neoliberalizmin seçme özgürlüğü miti de bu muhafazakâr siyasetle kol kola girdiği için özellikle “seçme özgürlüğü feminizmi” tarafından oldukça sahiplenilen bir tutum oldu, olmaya devam ediyor. “Kadınlar ne istiyorsa onu yapsın,” gibi tartışmaya açık bile olamayacak bir argümanı öne sürerek kadınların isteklerinin ne yönde manipüle edildiğini, bin yıllardır erkekegemen bir dünyada yaşarken bir anda kadınların isteklerinin, hele hele kapitalist sektörler tarafından bu kadar merkeze alınmasında bir bit yeniği olabileceğini bile düşünmemiz engellenebiliyor. Yeni Akit muhafazakârlığıyla Güney Kore muhafazakârlığı arasında bir seçim yapmaya, özgürlükçü bir seçim diyebiliyoruz. Oysa bu iki seçenek arasında sıkıştığımız için ülkece ve dünyaca sağa doğru savruluyoruz. Irkçılık ile mizojinist ve homofobik ataerki, tam tarihsel olarak güç kaybederken bu parlak imajların arkasına saklanarak güç kazandı ve artık arsızca, kendini gizlemeden var olabiliyor. Burada artık seçme özgürlüğü mitinin feminist masaya yatırılıp kesilip biçilmesi, içindeki ataerkil kodların açığa çıkarılması gerekiyor.
Aleyna Tilki’den yola çıkıp sözü fazla uzattım, ama hepsinin birbiriyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Tilki, müzik sektörüne ilk girdiğinde henüz 16 yaşındaydı ve hem yeteneği hem güzelliğiyle eğlence sektörünün her alanında yoğun ilgi gördü. Tabii ki böyle bir cevher, yapımcıların gözünden kaçmadı. Ses renginin değişikliği ve Avrupai görüntüsüyle Disney çocuk şarkıcılarını anımsatıyordu. Dünya çapında bir star olabilirdi, yerli Britney olabilirdi. Bu şekilde bir imaj çalışması yapıldı. 18 yaşını doldurduğunda artık “kadınsı” tarafını ortaya çıkarmamak için bir neden yoktu. Küresel görsel kapitalist kültürde kadınsı demek, seksi, çekici, işveli, ama aynı zamanda masum ve ulaşılabilir demektir. Farklı kadınlık temsilleriyle karşılaşsak da “kadınsılığın” ortak tanımına bunlar az ya da çok girer. En “body positivist” markaların reklamlarında, dizilerde, filmlerde bile kadınlar bu seksi olma baskısından kurtulamazlar.
Tabii AKP’nin İslami ahlakçı ve baskıcı politikaları karşısında kadınların istedikleri gibi giyinmeleri, özellikle beklenen “tesettüre” uygun olmayan kıyafetlerle görünür olmaları politik bir direniştir, buna kimsenin itirazı olamaz, olmamalı. Burada sorguladığım şey bambaşka, bu çizgiyi çok net çekiyorum. Burada söz konusu olan çok daha büyük, küresel bir dayatmanın özgürlük olarak sunulması. Kadınların kendi arzularıyla değil, erkek egemen kapitalizmin kodlarıyla hareket etmek zorunda bırakılması ve bu gerçeğin üzerinin örtülmesinden bahsediyorum. İki seçenek varmış ve özgürlüğün tek yolu sunulan tek seçenekteymiş illüzyonu, neoliberal muhafazakârlığın “Alternatif yok” (2) kandırmacasının bir uzantısıdır. Bu illüzyon, özellikle son zamanlarda kadın şarkıcıların hiper-seksüel imajlarla sisteme karşı “direniş” gösterdiği algısını besliyor ve aksi yönde bir söz üretmeyi özgürlük karşıtlığı olarak kodluyor.
Aleyna Tilki’ye geri dönelim. Söz konusu reşit olmayan kız şarkıcılar olduğunda, Britney Spears’ta olduğu gibi, olayın bir de “çocukluğun fetişleştirilmesi” tarafı var. ‘Sen Olsan Bari’ klibinde de (özellikle sözler ve klip bir arada düşünüldüğünde daha da netleşen) bir pedofili teması söz konusuydu. ‘Take it or Leave it’, bunu bambaşka bir seviyeye taşımış. Porno kültürünün en çok beslendiği liseli genç kız fantezisini, formasını çıkartarak iç çamaşırlarıyla dans eden bir genç kadın imgesiyle harmanlayarak male-gaze’e (eril bakış) bir görsel şölen sunmuşlar. Burada kadın bedeninin metalaştırılmasından öte liseli genç kızların, yani henüz reşit olmamış ergen çocukların fetişleştirilmesi söz konusu. Aynısını Britney Spears da ‘Oops, I Did it Again!’de yapmıştı. Evet, yeni bir şey değil. Evet, artık aşinayız, defalarca yapıldı. Peki, aşina olmamız, bunun küresel ataerkil kültüre hizmet ettiği, tecavüz kültürünü besleği gerçeğini değiştiriyor mu?
Bunu konuşmaksa en büyük tabu artık: Çünkü seçim özgürlüğü mitinin pırıltılı maskesi, Yeni Akit’le aynı muhafazakârlığı beslediğini, aynı şekilde kadınları ve çocukları cinsel olarak metalaştırdığını gizlerken pedofiliye dair herhangi bir ima sezdiğinde de bunu “muhafazakârlaşma” olarak gösterip yansıtma yapabiliyor. Özgürlükçü olmak için bu büyük, küresel sektörün kadınları ve çocukları hiper-seksüel imgeler haline getirip bedenlerini metalaştırdığı gerçeğini görmezden gelmemiz gerekiyor. Hatta bundan 15-20 sene önce birçok feminist medya analizinin temelinde olan “metalaş(tır)ma” kavramını bile artık kullanmıyoruz, kullanamıyoruz. “Bu nasıl bir özgürlük ki erkekler güçlerinden, zevklerinden, hazlarından hiçbir şey kaybetmezken küçük çocukların cinselleştirilmesi, cinselliğin çocukluğa ait imgelerle donatılması normal, olağan, hatta olması gereken bir değer haline geliyor?” diye sormak, muhafazakâr olmanıza yetiyor. Hiper-seksüel kadın imajlarına sürekli maruz kalan genç kız ve erkeklerin beden algısı, cinsellik algısı nasıl değişiyor, nasıl etkileniyor, bunları düşünmek zorunda olduğumuz gerçeğinin yükünü, sırtımıza ‘seçme özgürlüğü’ pelerinini geçirip omzumuzdan atıyoruz. Bunun, özgürlükçü mahallede muhafazakâr anılmamak için gerçeğe gözlerimizi kapatıp ipleri tamamen ataerkil kapitalist kültürün eline bırakmak olduğunu düşünüyorum. Gülşen’in yaladığı lolipop da, Aleyna Tilki’nin liseli forması da “kadınların istediği şeyler” değil; bin yıllık erkek fantezileri. Bunları bize kadınların arzusu/özgür seçimi diye pazarlayan sektöre dostça yaklaşmak gibi bir borcumuz yok.
Burada yine de bir şerh düşmek istiyorum: Kadınların var oluşlarını, erkeklerin algıları üzerinden meşrulaştırmak gibi bir noktaya savrulmadan bu eleştiriyi yapmak zorundayız. Burada mesele, erkeklerin kadınlara “saygı duyması” ya da sırf erkekler zevk alıyor diye kadınların bedenlerini ve görünürlüklerini kontrol altına alması gereği değil. Aksine, kadınların kendi zevklerini, arzularını keşfedebilmeleri için bu eril bakıştan kurtulmak gerekiyor. “Görülme” arzusu, edilgen bir arzudur ve erkeklerin istediği gibi, onların arzulayacağı şekilde görülme arzusunun kadınların içsel arzuları olmadığını, erkekegemen sistem tarafından dayatılan bir arzu olduğunu söylemek zorundayız. Genç kızların “görülmek” için kendilerini bu standartlara uydurmaya çalıştıkları, dahası bu bir özgürlük olarak sunulduğunda bundan sosyal bir onay da alabildikleri gerçeğini göz ardı etmeden; ama bedenimizin ve cinselliğimizin yine erkeklerin “aklı çelinmesin” diye gizlenmesi gerektiğini söyleyen “klasik” muhafazakâr söyleme de alan tanımadan eleştirimizi yükseltmeliyiz. İkisi arasında seçim yapmak zorunda değiliz.
Yeni, kadınların gerçekten özgür olacağı, feminist bir kültür kurabilmek için önce ataerkil fantezilere hizmet etmeyi bırakmalı; eril tahakkümün, iktidarından kolay kolay vazgeçmeyeceğini ve güncel politik rüzgâra göre kendine yeni elbiseler dikmekte mahir olduğunu unutmadan, gözümüz açık politika üretmeliyiz. Seçeneklerimiz ‘take it or leave it’ten ibaret değil, baştan kurmak da bizim elimizde. Üçüncü bir alternatif her zaman var, başka bir dünya mümkün.
Dipnot:
- https://www.gazeteduvar.com.tr/dunyayi-etkisi-altina-alan-k-pop-dalgasi-yukselmeye-devam-ediyor-galeri-1537663?p=2
- “There is no alternative”, İngiliz muhafazakâr lider Margaret Thatcher’ın sloganıydı. Piyasa ekonomisinin, işleyen en iyi ve tek sistem olduğunu ifade ediyordu.