Sosyal medyada son dönemlerde cenaze sonrası sürdürülen taziye gelenekleriyle ilgili anılarını anlatanlar gündem oldu. Birçok insan, yakınını kaybettikten sonra eve gelenlerin, “Çayım açık olsun”, “Bana pide gelmedi” gibi ifadelerine karşı olan öfke ve üzüntülerini dile getirdi. Durum böyle olunca da taziye geleneklerinin gözden geçirilmesini isteyenler ile geleneklerin arkasında duranlar karşı karşıya geldi.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Muharrem Kaya ölüm sonrası yemek dağıtma geleneklerinin temelinde bedenden ayrılan ruhu memnun etmeye dayalı inanışlar olduğunu söyledi. Prof. Dr. Kaya bu inanışın amacını, “Mitolojik inanışlarda da dini inançlarda da bu durumun, ölenin ruhunu teskin etmeye dayalı olduğu görülür. Hem yeni ölenin ruhuna musallat olabilecek kötü ruhları memnun edip onu rahat bırakmalarını sağlamak hem de ölenin ruhuna dua edilmesiyle, Tanrı’nın huzuruna çıkan ruha sevap kazandırmak amaçlanmıştır. Dini törenlerle de ölümün verdiği acının tevekkülle karşılanması öğütlenir, insanların yasını yaşayarak ölümü kabullenmesi gerektiği vurgulanır” diye konuştu.
‘İNANÇLARDA ÖLÜ AŞI VERMENİN YERİ YOK’
Türk geleneklerinde ölü çıkan evde yas uygulamaları başladığını ve bunların arasında sesli ağlamamak, gülmemek, eğlenmemek, yeni, renkli elbise giymemek, tıraş olmamak gibi unsurların görüldüğünü belirten Prof. Dr. Kaya, “Ölümün acısıyla depresyona girmiş insanların yiyecek hazırlayamayacağını düşünen akraba, komşular ise ölü evine yiyecek götürürler. Biraz vakit geçip mesela 40’ında, 52’sinde ölünün ruhuna yemek verilir. Bunlar ayran, pilav, pide, pişi, gilik, çörek gibi yiyecek verme şeklinde görülür” dedi. Şu anki sosyal hayatımızda yer etmiş geleneklerin bir statü göstergesi olmasının yeni bir durum olmadığını, bunun için Osmanlı sarayında şehzadelerin sünnet törenlerinin ihtişamını anlatan minyatürlü kitaplara bakmanın bile yeterli olduğunu belirten Muharrem Kaya, ölüm gibi acı verici bir durumda bile statünün ve gösterişin öne çıkmasının kapitalist toplumun özellikleriyle açıklanabileceğini söyledi. Prof. Dr. Kaya, “Ekonomik gücünü göstererek iş anlaşması yapan bir iş adamıyla, mahallesinde itibarını güçlendirmeye çalışan insanın durumu aynı. Ölü yemeği sırasında da bu durum, insani olmaktan çıkıp ekonomik göstergenin, sosyal statünün sergilenmesi haline dönüşünce, böylesi rahatsız edici durumlarla karşılaşmak mümkün hale geldi diye düşünüyorum” ifadelerini kullandı.
Prof. Dr. Kaya, “İslami inançlarda ölenin ruhu, bu dünyada kalmaz, gideceği yere gider. Dolayısıyla ölü aşı vermenin bir anlamı yoktur. Son dönemde bu konuda mütedeyyin insanların itirazlarını bu çerçevede değerlendirmek gerekir” dedi.
UZAMIŞ YAS SÜRECİNE NEDEN OLUYOR
Psikiyatri Uzmanı Doç. Dr. Nermin Gündüz ise son zamanlarda depresyon şikayetiyle gelen hastalarının depresyon değil, uzamış bir yas süreci yaşadığını tespit ettiğini söyledi. Son dönemlerde bu yas sürecini bozan bazı geleneksel ritüeller olduğunu söyleyen Doç. Dr. Gündüz, “Bunların taziye eviyle ilgili yapılan ve özellikle şehirlerde ritüel haline gelen birtakım davranışlar olduğunu fark ettim. Benim çocukluğumda komşular, özellikle daha sıcak ilişkilerin olduğu noktalarda yedi gün boyunca ziyarete gelirler, ölen kişilerin yakınlarını yalnız bırakmazlardı. Eve yiyecek getirerek hem aç kalmamalarını sağlar hem de birlikte yemek yiyerek acının hafifletilmesine yardımcı olurlardı” diyerek bu geleneğin geçmişte nasıl gerçekleştirildiğine dikkat çekti. Son zamanlarda bu geleneklerin değiştiğini ve yas organizasyonlarının kaybı yaşayan insanlara yüklendiğini fark eden Doç. Dr. Gündüz, ölen kişilerin yakınlarına mecburiyet olarak yüklenen eylemlerin kişinin yakınlarının ölüme zaman zaman tepki vermesini güçleştirdiğini söyledi.
‘TAZİYE GELENEĞİ DEVAM ETMELİ’
“Kaybı olan kişinin ağlaması, öfkelenmesi ve ağıt yakması gerekiyor. Bütün bunlar yas sürecinin olağan süreci. Ancak bu organizasyon telaşına sürüklenen yakınlar duygularında bir donukluk yaşıyor. Ölen kişiyle vedalaşamıyorlar, ağlayamıyorlar” diyen Nermin Gündüz, danışanlarından kayıplarıyla ilgili aldığı öykülerde bu organizasyonlarla ilgili anıların anlatıldığını söyledi. Bu anıların sonucunda ortaya hep öfke çıktığını söyleyen Gündüz, şöyle konuştu:
“Özellikle taziyeye gelen insanlara karşı ‘Beni anlamadılar. O esnada ben ekstra bir şeyler yapmak zorunda kaldım. Annemle, babamla vedalaşamadım, ağlayamadım, tepki gösteremedim ve donup kaldım’ diyerek öfkeleniliyor. Sonrasında duygu orada kaldığı için bir baskılanma oluyor ve kişinin yasını yaşamasının önünde bir eşik oluyor. Bu da ne yazık ki kişilerin yas sürecinin uzamasına neden oluyor.”
Ancak bu durumun taziye geleneği devam etmemeli olarak algılanmamasını, taziye geleneğinin kesinlikle devam etmesi gerektiğini belirten Doç. Dr. Gündüz, “Temas etmenin, konuşmanın durumun paylaşılmasının gerekirse sarılmanın kucaklaşmanın birlikte ağlamanın olması gerekiyor. Ancak bunun bir olağan sınırı da olması gerekiyor. Yas sürecinde bunun iyileştiriciliğinin olduğunu biliyoruz. Ancak ziyaretlerin kısa tutulması ya da ziyaret esnasında ölen kişiyle ilgili sık sık nasıl öldüğünün sorulması yanlış. Soru soran kişi olmak yerine ‘Nasılsın, bir şeye ihtiyacın var mı, senin için ne yapabilirim’ gibi sorular sormak, duygusal bir an yaşıyorsa, ağlıyorsa gidip sarılmak gerek. İyi bir dinleyici pozisyonunda bulunmak, öğüt vermemek önemli” diye konuştu.
BUNU DEMEK ÇOK YANLIŞ!
Kaybı olan kişiye öğüt vermemek gerektiğinin çokça üstünde duran Gündüz, bir hastasıyla ilgili yaşadıklarını şu sözlerle ifade etti:
“Bir hastamdan yola çıkarak size söylüyorum. Hastamın 55 yaşındaki babası vefat ediyor. Genç, yirmilerinde bir hasta. Gelenler sürekli şunu söylemişler: ‘Sen çok şanslısın, babaları çok daha küçük yaşta ölen insanlar var.’ Bu da çok yükleyici bir cümle. Bu sefer suçluluk hissediyor kişi. ‘Ben üzülmemem, tepki vermemem gerek ama ben şu an ağlıyorum’ diyor. Dolayısıyla Bu süreçte iyi dinleyiciler olmak, kişi sarılmak istiyorsa sarılmak, ağlamak istiyorsa ağlamak, yalnız kalmak istiyorsa yalnız kalmasına izin vermek, acil yapılması gereken sorumluluklar varsa onları paylaşmak daha iyileştirici oluyor.”
SADECE RUHU DEĞİL KALBİ DE YORUYOR
Taziye sonrası acının yaşanamaması sonucu ortaya çıkan öfke, sinirlenme gibi duygular kişilerin kendini bastırması sonucu bedensel rahatsızlıklara da yol açabiliyor. Bu durumdan en fazla etkilenen organ ise kalp oluyor. Anksiyete ve öfkenin vücutta kısa vadede katekolamin, uzun vadede ise kortizol salınımını tetiklediğini ifade eden İç Hastalıkları Uzmanı ve Kardiyolog Prof. Dr. Nevrez Koylan ise, “Bunların da kalp üzerinde hipertansiyon, ritm bozuklukları, çarpıntılar, senkop (bayılma) atakları, kalp krizi riskini artırma, kalp yetersizliğini ağırlaştırma, metabolik bozukluklara ve yeme bozukluklarına yol açma gibi etkileri olur. Altta yatan nedenin devam eden bastırılmış keder olduğu anlaşılmadığı sürece bu sorunları çözmek de mümkün olmaz” diyerek konunun önemine dikkat çekti.