Alp Yenier, Türkiye’de çok izlenen ve başarılı bulunan kimi diziler için yaptığı müziklerle tanınıyor. Bir rock grubunda gitar çalarak başladığı müzik kariyerinde daha sonra Melih Kibar ile tanışması ve onun asistanı olması, Yenier’in hayatını kökünden değiştirmiş. O şimdi aynı zamanlarda yayınlanan üç ya da dört dizinin müziklerini yapan, zamanının çok büyük bir kısmını dizileri daha etkili kılmak, dizilerin duygusunu yansıtabilmek için harcayan bir müzisyen. Bu alanda yaptığı işler bugüne dek hem milyonlarca izleyicinin dikkatini çekti hem de sayısız ödüle değer görüldü.
Son olarak TRT’nin çok izlenen dizisi ‘Masumlar Apartmanı’yla müziklerini dinleme şansı bulduğumuz sanatçıyla sektöre girme hikayesini, her hafta iki saatten uzun dizilerin nasıl yetiştirilebildiğini, çalışma koşullarını, bu sektördeki kahramanlarını ve tabii Masumlar Apartmanı’nı konuştuk.
‘HER HAFTA BİR ‘GODFATHER’ YAPIYORUZ’
Türkiye’de dizi sektörü, sadece müzik bağlamında değil, genel olarak çok konuşulan bir sektör. Dünyada pek eşine rastlamadığımız, haftada bir uzun metraj film gibi hazırlanan, post-prodüksiyonuyla beraber bittiği, bazen muhtemelen son dakikalarda yetişen bir sektör. Öncelikle bunun zorluğundan bahsedelim, nasıl işliyor?
Bu zorluklar tabii gerçek, her hafta bir Godfather yapıyoruz, ama ben yapı olarak yaptığım işten şikâyet etmeyi sevmiyorum. Bunu şikâyet gibi sormadığını biliyorum ama şikâyet etmiyorum. Kıyasladığımız zaman yanlış yere gidiyor iş, diyorlar ki “Dünyada 40-50 dakika, bizde niye 150 dakika?”. Çok basit bir sebebi var bunun: para. Çok komplike bir sebebi yok. Bizde maalesef çok şikâyet etmeye yönelik bir kültür var, “Sabahtan beri çalışıyorum, çok yoruldum” filan, ben onu pek sevmiyorum. Dünya lideriyiz şu anda ihracat olarak dizi sektöründe, Amerika’yı bile geçmişiz dışarıya dizi satma konusunda. Ha, biz bir tane yapıyoruz, onlar üçe bölüp dışarıda yayınlanıyor, o ayrı bir mesele. Ama hiçbirine karşı defansif bir durumum yok, içimde bir barış var bu konuya karşı. Çok severek yapıyorum. Aslında ona geleceğim, çok severek yaptığım için zorlukları, normal bir iş gibi geliyor bana. İlk 100 dakika geldiğinde bana, ” 100 dakika mı? Ne?” demiştim. Şu anda 140-150 dakika “iyi bari” diyorum. İnsanın her şeye alışması durumu, pandemide yaşadık ya bunu, yok canım dediğin her şey başına geliyor. Bizim sektör de öyle oldu. 2016’ydı galiba, 90 dakika falan civarıydı diziler. Bir bölüm 100 dakika geldi, ‘Günahkâr’ diye bir dizi yapıyordum. “100 dakika mı, vay!” dedim. Şimdi ise rekorum 182 dakika.
Hangi diziydi o?
‘Aşk ve Mavi’nin bir bölümü 182 dakikaydı. Bunu bir buçuk günde yapıyor olmak gerçekten mucizevi aslında.
Nasıl bir tempoda çalışıyorsunuz?
Ben ön çalışmayı çok seviyorum. Küçüklüğümde de önce ödevimi yaparmışım, sonra top oynamaya çıkarmışım. Daha önlüğüm üstümdeyken ödevimi yapmaya başlarmışım. Önden hazırlık yapıyorum, son dakikacılığı sevmiyorum. Ama tabii ne kadar hazırlansan da bölümün sana gelmesi son günü bulduğu için de… Mesela, Salı günü yayın var, Pazar akşamı geliyor sana video. Miksaj yapılacak senden sonra, yayın bandı çıkışı alınacak. Yani senin aslında Pazar akşamı gelen şeyi Pazartesi öğlene kadar hazırlaman gerekiyor. Yani uyuma şansın yok, çünkü uyursan yetişmez. Önden hazırlanırsan, hazırlık da şu: Hikâyeyi biliyor olmak, senaryoyu okumak, nasıl bir bölümün geleceğini biliyor olmak, aksiyon sahnesi fazla mı, yeni bir müziğe ihtiyaç var mı? Çünkü bazen yeni bir karakter giriyor, tam son gün yaparken “Aha, bu karakterin müziği yok,” diye patlamamak için yönetmen ve yapımcıyla dirsek temasında olmak, “Nasıl bir bölüm geliyor?”u az çok biliyor olmak, hikâyenin gidişatına hâkim olmak… Bir de yayın seyretmeyi ben çok seviyorum. Her işe bakamıyorum tabii tempodan ama izleyebildiğim kadar izliyorum, izleyemediysem Youtube’dan biraz bakıyorum. “Aslında yaptığın iş, bildiğin iş, niye izliyorsun?” diyenler oluyor, çünkü akışı seyretmek başka oluyor. Biz burada seyrederken sadece müziğini yapıyoruz, bir daha oturup dönüp tekrar izleme şansımız pek olmuyor. Ama yayını izlediğiniz zaman hem kendi yaptığınız işi geliştirme şansınız oluyor hem de hikâyenin gittiği yeri, bir dahaki bölümde neler olacağını da iyice sindirip ona göre bir ön hazırlık yapıyorsunuz. Ben bu şekilde çözdüm işi. Bir de tekniklerim var tabii benim hızlı yapmakla ilgili. Temaların tiplemesiyle ilgili aslında.
Ne demek bu, biraz açabilir misiniz?
Lego gibi düşünüyorum temaları. Yani katlanabilir, büyüyebilir, küçülebilir. Mesela ben bazı müziklerin ayrı ayrı kayıtlarını alıyorum; sadece kemanla başlıyor, aynı beste, aynı melodi, ondan sonra büyük yaylılar geliyor, büyüyor tek kemandan, biraz sonra düşüyor parça, aynı ritmde piyanosu devam ediyor, biraz sonra da en büyük hâli giriyor, davullu hâli giriyor. Ama bunu önden hazırlarsanız o gün içerisinde, o pazar günü içerisinde bunu rahat rahat ekleme şansınız oluyor.
Modüler çalışıyorsunuz yani…
Modüler, evet tam doğru kelime modüler, bravo. Melih Kibar’dan da ben bunu öğrendim, reklam jingle’ında da bu var ama dizide çok işe yarıyor.
‘6 AY MELİH KİBAR’IN KAPISINDA YATTIM’
Nasıl girdiniz bu sektöre?
İlkin 99 senesinde Melih Kibar’ın kapısında 6 ay yatarak (gülüyor). Fiziken kapısında yatmasam da 6 ay boyunca arayarak. Şöyle oldu, o zamanlar ‘Pişire Taşıra’ diye bir çocuk programı vardı, BRT TV diye bir kanalda. Orada ben gitar çalıyordum. Çocuklar yarışma yapıyorlardı. İki tane sunucumuz vardı, bir tanesi şefti, işte yemek tarifi, çocuklara hamburger yaptırıyordu, basit makarna yaptırıyordu, kalp şeklinde kurabiyeler yapılıyordu vesaire. Ben de arkada o günün menüsü neyse ya cover’lıyordum bazı şeyleri, işte “Domateees, patateees, biber, tutam tutam nane…” gibi pişirilen şeyin temasında, bazen kendim bir şeyler besteliyordum,”Hamburgeri yedik biz, çok mutluyuz” filan gibi. Öyle bir tatlılık oluyordu, arada ben bir nefes oluyordum, “Hadi Alp bize bir şey çalsana” diyorlardı sunucular. O programın müziğini de Melih Kibar bestelemiş. Programın yapımcısının evinde davet gibi bir şey oldu bir akşamüstü, ben de gittim, çağırdılar beni müzisyen olarak. Tanışma gibi bir şeydi aslında o, Melih Bey’i gördüm orada. Hababam Sınıfı’ndan dolayı çok hayrandım ben ona. Onu da kısaca şöyle anlatabilirim: Sting dinleyerek, işte yabancı müzik dinleyerek büyüdük, rock müzik dinleyerek, o kuşaktanım ben yani, Kemancı’da çaldım filan. Hep onlara hayranlık duyduğumuz zamanlarda 5-8’lik müziklerin Türkiye’de ne kadar yapıldığını, Cahit Abileri, Melih Abileri falan fark edince toprağa doğru müzikal anlamda bir dönüş oldu. “Biz niye uzakta arıyoruz ki bunları?” dedik. Hababam Sınıfı bence matematik problemi gibi bir şeydir mesela. Dinlerken hissetmezsiniz, çalarken büyük çuvallarsınız. Davulcu bir arkadaşımız vardı, daha önce hiç çalmamış parçayı, 9-8’lik olarak biliyor doğal olarak. Saydı, başladı sahnede, ritm bir anda değişince kaldı öyle. Böyle şey yani, benzeri yok. İşte biz Dream Theater dinliyoruz, Dream Theater yapıyor benzer şeyleri. Aslında burada var yani ve bizim daha içimizden, buradan. Neyse uzattım biraz. Gittim Melih Bey’e, dedim ki “Abi, hayranınızım. Ben çok istiyorum film müziği, dizi müziği.” Daha çok çömezim, gitar çalıyorum. Sordu, “Sen ne çalıyorsun?”, dedim gitar çalıyorum. “E gel,” dedi, numarasını verdi bana, o zaman tabii cep telefonu yok, ofisinin numarasını verdi. “Ben gençlerle çalışmayı çok severim, ara muhakkak,” dedi. Ondan sonra aramaya başladım ben, altı ay boyunca hiç çıkmadı. Sonradan baba oğul gibi olduk tabii, bana dedi ki, “O zaman bir sürü arayan vardı, seninle mi uğraşacağım diyordum”. “Bazen Alp arıyor diyorlardı, Alp kim diyordum, işte asistan adayı.” Söyledi de yani bunu, itiraf da etti (gülüyor). O kadar işinin arasında, ben ama tabii ısrarcı olunca, haftada iki kere arayınca 6 ayın sonunda bir gün “Yarın gel” dedi. Ben tabii koştum gittim. “Burcun ne?” dedi, “Terazi ” dedim. “Tamam, olur,” dedi. Sonra bir ödev verdi bana notalarla ilgili, nota bilgim zayıftı o zaman. Çünkü müzik okullu değilim, lisede makine okudum, üniversitede iktisat okudum. Yani böyle karma. Aslında kararsızlıktan değil de müzik yapmak için de bizim ülkemizde koluna bileziği bir takman gerek. Neyse, ondan sonra da başladım. Sonra ölene kadar onunlaydım, erken gitti Melih Bey. Ama bana, sadece müziği değil, hayata dair çok şey öğretti.
“Hikâyeyi takip etmeye çalışıyorum, hikâyeye hâkim olmaya çalışıyorum” diyorsunuz, dolayısıyla hikâyenin özünü ve duygusunu alıyorsunuz. Peki, hikâye için bir müzik yapma konusunda özgür müsünüz, yoksa başka beklentiler de var mıdır yapımcıdan, yönetmenden gelen?
Var. Yani şöyle oluyor, dizinin dünyasını aslında biz ilk bölümde kuruyoruz, yüzde yetmişini diyelim. İlk bölüm öncesi çünkü vaktimiz oluyor. Şöyle bir şey oluyor, işte iki ay önce filan bir toplantı oluyor, o toplantıda… Benim en sevdiğim toplantı odur, ilk toplantı. Senarist de mümkünse olsun çok isterim, onun kurduğu bir dünya olduğu için. Bazen geliyorlar, bazen katılamıyorlar ama yönetmen, yapımcı ve müzisyen bir araya gelip ne yapacağımızı konuşuyoruz. Ben genelde ana temaları o toplantıdan çıkıp arabada hemen ağzımla besteliyorum. Çok faydalı oluyor o toplantı, hep söylerim bunu. Hatta dirsek teması ne kadar çok olursa o kadar güzel şeyler çıkıyor. E tabii frekansların uyuşması çok önemli. Mesela Masumlar Apartmanı’nda biz yönetmen Çağrı Vila Lostuvalı ile her hafta konuşuyoruz muhakkak, ne yapalım diye. İllâ yeni bir şey yapalım gibi değil, sağolsun insanların fikirlerine açık biri o, bazen arkadaşça sohbetlerde bana da nasıl bulduğumu soruyor. Bu beni çok mutlu ediyor tabii. Çünkü bayağı sevdiğim için işi, senaryoyu takip ediyorum, kayıtlarla beraber bir yolculuğa giriyoruz. İlk bölümde yaptığımız o temaların sonra varyasyonlarını yapıyoruz, yeni kayıtlar gelince belki yepyeni bir şey yapıyoruz ama genelde ilk başta o kurulan dünya, modüler dediğim, matematiksel olarak modüler ama duygu olarak da kurulan dünya devam ediyor. Dolayısıyla her hafta yeni bir şey yapıyoruz gibi duruyor ama aslında her hafta o müziklerin farklı sahnelere yerleştirilmesi, zaman alan o zaten, ‘scoring’ diyoruz buna.
Farklı müzisyenlerden şarkılar da kullanılıyor dizilerde, buna nasıl karar veriliyor? Sizin, dizinin müziklerini yapan kişi olarak bundaki rolünüz ne?
Çok fazla bir rolüm yok aslında. Ben bana gelen veya aklıma gelen şeyleri öneriyorum, ama daha çok bölüm telaşında olduğum için… Zaten senaristler yazarken de öneride bulunuyorlar, daha sahneyi yazarken, kâğıt üzerinde, “Bu şarkı buraya güzel olmaz mı?” gibi. Sonra o şarkıya bakılıyor, alınabiliyor mu alınamıyor mu, izin çıkıyor vesaire. Bazen şöyle bir şey oluyor, “Üç bölüm sonra şöyle bir şarkı var, ne dersin?” diye soruyorlar, “o şarkı değil bu şarkı olsun” diyebiliyorum ama daha çok yapımcı ve senarist-yönetmen arasında gidiyor o işler. Biz pek karışamıyoruz ona, çünkü dediğim gibi, vakit olmuyor.
‘ARAP ÜLKELERİNDE BENİM MÜZİKLERİMLE EVLENENLER VAR’
Her bölümde en az bir iki video klip çekiyorsunuz aslında, 4-5 dakikalık. Bazen hiç diyalog yok, iki aşık sokakta karşılaşıyor, birbirlerine yaklaşıyorlar, sarılıyorlar, uzadıkça uzuyor… Tabii bunu beğenen birçok insan vardır, siz de teknik olarak bunu çözmek zorundasınız. 140 dakikaya böyle ulaşılıyor herhalde, öyle değil mi?
Bir dönem böyle bir akım oldu, ağır çekimlerin çok uzun olduğu…
Bir de bu mizahı da yapılan bir şeye dönüştü aslında…
Öyle bir şey vardı, ama son birkaç senede çok değişti işler. Evet tabii süresel olarak her bölümde bir klip oluyor hemen hemen her dizide. Dört dakika da olsa en azından süreyi daha uzun yapma şansın oluyor çünkü kanallar da belli bir sürede istiyorlar. Ama o bana o şarkının PR’ı olarak da çok iyi geliyor. Hani bunu şöyle yapmak, bir bölümde dört tane beş tane klip yapmak, hiç senaryo yazmayıp öyle gitmek, onu sevmiyorum. Ama dediğim gibi, o dönem geride kaldı. Artık tırnak içinde söylüyorum iyi işlerde, üzerine düşünülmüş işlerde artık -klibe kaçmak diyelim ona-, öyle yapılmıyor. Ama bir şarkı var, o kadar yakışıyor ki o sahneye, sen dört dakika diyorsun beş dakika sürse dinleyeceğin şarkılar oluyor. Onlar bence başarılı, güzel oluyor ve o klip duygusunun da o şarkıya inanılmaz faydası oluyor. Mesela yeni çıkan çok fazla grubun biz kullanıyoruz şarkılarını, ciddi anlamda milyonlara yakın tıklanmalar geliyor çünkü çok iyi biliyorsun ki bir diziye bir tane müzik yaptığın zaman o her eve giriyor, o albümü almayacak insanların evinde de o çalıyor. “Bu ne?” deniyor, Google’a yazınca o çıkıyor, o yüzden çok tatlı da bir PR var orada. Özellikle yeni çıkan albümlere, yeni çıkan gençlere inanılmaz katkısı olmuştur.
Oyuncuların fanları, hayranları çok bağlılar, diziyle ilgili herkese de çok bağlılar. “Alp Abi, o niye çalmıyor, o çalsın…” kızıyorlar da bazen, “Niye koydun o şarkıyı, sevmem ki ben” falan. Tatlı, nahif ama aşırı bağlılar. Tabii şarkının da fanları oluşuyor. Aslında oyuncunun fanı o, ama oyuncunun aşk sahnesine onu koyduğun zaman seni de seviyor, seni de alıyor ailesine, artık o da bizim diyor. Mesela kısaltmalar var, AsDor, bizim Asiye-Doruk var karakterlerin ismi, tag yapıyorlar “AsDor” diye. Şu an milyonlarca yorum var AsDor etiketi altında. Asiye’yle Doruk’a ben bir beste yapıyorum, onların fanları bana teşekkürler ediyorlar, o kadar tatlı bir şey ki. Benim müziğimle evlenenler var mesela Doğu’dan, bazı Arap ülkelerinden videolar geliyor teşekkür ederiz diye. Gelin damat giriyor, bizim müzik çalıyor arkada. Çok mutluluk verici bir şey.
Sosyal medya çağının hemen öncesinde bu işe başlamış biri olarak sosyal medyanın sizi daha görünür, dizinin müziklerini yapan kişiyi daha görünür bir karakter olarak ortaya çıkarması da ilginç geliyor mu size?
Evet evet. Ben perde arkasını seviyorum, asla “front man” olmayacağımı düşünüyorum. Ben de şarkı söylüyorum ufak ufak, böyle Leonard Cohen’in attan düşmüşü gibi (gülüyor), kalın kalın. Ben ama öndeki adam olmayı hayatım boyunca sevmedim. Lead gitarist değil, ritim gitarist olmak isterdim eskiden de. Arkada çalışan ekipte olmayı seviyorum. Bu da tam ona göre bir iş. Ama sosyal medyada yaptığımız işi çok merak ediyorlar. Ben mesela bazen videolar çekiyorum nasıl yaptığımıza dair, inanılmaz ilgi görüyor. İnsanlar merak ediyor bu dizilerin müziklerinin nasıl yapıldığını.
‘ESKİDEN İNŞAAT SEKTÖRÜYDÜ, ŞİMDİ DİZ SEKTÖRÜ GÖZDE’
Dizi müziği yapmak isteyen müzisyenler de artmıştır sanıyorum…
Şu anda gerçekten çok iyi çalışan bir sektör. İç mimarlar bile dizilere dekor yapmak istiyor. Bir dönemin inşaat sektörü gibi, çok popüler ve verimli. Umarım bozulmaz. Bu arada içerikler de güzelleşiyor, zenginleşiyor. Daha iyi şeyler çıkmaya başladı. Senaristler ve yönetmenler daha farklı konuları ele alıyor artık. Dışarıya sattıkça cesaret geliyor çünkü. Yapımcının veya kanalların para derdi azaldıkça cesaretleri artıyor.
Masumlar Apartmanı örneğin, cesaret gerektiren bir işti. Yapımcı Onur Güvenatam’ı tebrik etmek gerekiyor. Ben dahil herkese, “uçun” dedi. “Dilersen senfonik yap, film müziği gibi çalış” dedi örneğin. Bunu dedi ve arkasında durdu çünkü bu bize bazen söyleniyor ama sonra geri adımlar atılıyor, bu kez öyle olmadı. Karşılığını da aldık bence, hem Onur bey, hem biz tüm ekip olarak çok çalıştık ve özel bir iş çıktı ortaya. Çok konuşulan bir iş oldu. Pandemiye denk gelmesi de bence çok etkili oldu. Temizlik konusu var dizide, düşünün biz her gün marketten aldığımız her şeyi sabunla yıkıyorduk o dönemde. O sırada televizyonda bir dizi başladı ve o da OCD rahatsızlığı olan birini anlatıyor. İnsanların çok ilgisini çekti, doğru zamanda doğru projeydi. Bunca bölümden sonra bile benim her bölümde ağladığım sahneler oluyor.
Çok beğendiğim bir dizi Masumlar Apartmanı ama ben zaten çok şanslıyım bu konuda. Bugüne dek yaptığım işler arasında beğenmediğim çok az iş vardır. Çoğunlukla benim de severek izleyeceğim işlerde yer aldım. Senaryoyla da epeyce ilgiliyim, hatta artık arkadaş olduğumuz bazı yapımcılarla senaryo da konuşuyoruz. “Yanlış anlamazsanız…” diye giriyorum konuya, onların da hoşuna gidiyor, ukalalık olarak görmüyorlar bunu. “Şöyle olsa nasıl olur, şu karakter biraz daha böyle olsa…” diye müzisyen ve izleyici olarak fikrimi paylaşıyorum. Çocukluğumdan beri çok severim dizileri, radyodaki ‘Arkası Yarın’ kuşağını hiç kaçırmazdım. Dizideki o bir sonraki bölümü bekleme hissini seviyorum.
‘İLK KEZ TANIŞTIĞIM OYUNCULARI GÖRÜNCE GİDİP SARILASIM GELİYOR’
Dizideki yaratıcı ekip dışındaki insanlarla da iletişiminiz oluyor mu? Oyuncular, teknik ekip örneğin…
Oluyor tabii. Pandemiden sonra azaldı ama şöyle olur genelde, her dizinin ilk bölümü yayınlanırken bütün ekip tarafından izlenir. Ben çok severim onu. Zaten ekip işini çok sevdiğim için bu işi yapıyorum. Orada tanışırsın herkesle, “Müzikler harika, eline sağlık” denir. Benim de oyuncuları görünce, aslında tüm mesaim ekranda onlara bakmak olduğu için “Ne haber ya?” diye gidip sarılasım geliyor çünkü aslında yüz yüze tanışmamış olsak da benim bütün zamanım onlarla geçiyor. Çok değerli insanlarla tanıştım bu sayede.
Elinizde bir seferde kaç proje oluyor?
Elimde bir seferde üç ya da dört proje oluyor. Dördü geçemiyorum. Ama ekibim var tabii, tek başıma altından kalkamam. Özellikle ‘scoring’ kısmında onların desteğini alıyorum. Onlar scoring’i yapıyor, ben yayın izler gibi oturup baştan sonra izliyorum, detaylı notlarımı alıyorum, sonra değişiklikleri yapıyoruz. Televizyonda izler gibi izliyorum, durdurma şansım yokmuş gibi. Böylece yayındaki akışını anlayabiliyorum o bölümün. Hataları görmek için ideal olan çalışma tarzı bu.
Adını bu şekilde koymak biraz tuhaf duyulabilir ama diziler için “büyük miktarlarda” müzik üretiliyor. Siz müzisyen sıfatınızla, bu sektör için yaratılan müziklerin, dizilerden bağımsız olarak müzik dünyamız için bir anlamı olduğunu düşünüyor musunuz?
İlk bakışta işin değeri azalıyormuş gibi bir hisse kapılabilir insan ancak benim gördüğüm kadarıyla, sanırım bu yapılan şeylerin başarısından da kaynaklanıyor, bu müziklerin dinleme alışkanlıklarına olumlu etkileri var. Bana, “O sahnede obuayı değil başka bir enstrümanı kullansaydınız olmaz mıydı?” diyen izleyiciler var artık. Enstrümantal müzik ülkemizde pek dinlenmez biliyorsunuz. Cahit Berkay’dan, Fahir Atakoğlu’ndan, Can Atilla’dan başka enstrümantal müzik yapan çok fazla insan da yoktur. Dizi müziğinde oyuncuların hayranları belirleyici oluyor. Ben bir video koyuyorum Instagram’a, kendim bir müziği gitarla çalıyorum, o 5 bin kez izleniyor ancak aynı müziği oyuncunun bir sahnesinde koyduğumda, yani yine benim bestem, aynı gitarı çalıyorum ama 150 bin kez izleniyor. Bu, izleme ve dinleme alışkanlıklarına iyi geldiğinin bir göstergesi bana sorarsanız. Ama burada bizim büyük bir sorumluluğumuz var, biz iyi şeyler üretmeliyiz. “Doğru müzik” diye bir kavrama inanmıyorum ama yanlış bir şey de yapmıyor olmamız lazım. “Nasıl olsa ne yapsam herkes seyrediyor” dememek, işin kolayına kaçmamak, işi ucuzlaştırmamak gerekiyor. Özetle, biz iyi şeyler üretirsek insanlara bunun bir katkısı olacaktır.
Bir de, enstrümantal müzik zor bir şeydir. Sözle “Seni seviyorum” dersin, konu anlaşılır ama sen onu kemanla, notalarla anlatıyorsun. Dizi müzikleri sayesinde müziğin ruhu da daha iyi anlaşılıyor bana sorarsanız.
‘CAHİT BERKAY BİR İKONDUR’
Bir müzisyene başka müzisyenleri sormak kolay değil, sizin için de yanıt vermek kolay olmayabilir ama sizin dinlediğiniz, etkilendiğiniz, işlerini beğendiniz müzisyenler kimlerdir?
Cahit Berkay’ı ilk sırada saymak gerekir. Özellikle Yeşilçam döneminde filmler için yaptığı müziklerde ilk notadan itibaren bir duyguyu verebiliyor. Geçtiğimiz hafta Masumlar Apartmanı’nda da kullandık onun ünlü ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ını. O eseri diğer projelere vermeyi pek istemiyor ama bizi kırmadı, verdi ve uçtu sahne. O girdiği anda bir şey kapanıyor ve başka bir boyut açılıyor. Müthiş bir şey. Melih Kibar zaten hocam, hayranlığımdan söz etmiştim. Toygar Işıklı çok şey başadır bu ülkede. Dizi müziğinin, dizi müzisyenliğinin önünü açan insanlardan biridir. Ondan önce dizi müzisyenliği ek olarak yapılan bir işti. İsim vermeyeceğim ama bazı müzisyenlerin, “Sahneden geçinemiyoruz, dizide para var, dizi yapalım” diye giriştiği bir iş olabiliyordu. Bana bu çok çirkin geliyor. Olayın özünü önemsemeyip sadece getirisini önemsemek çok çirkin. Özünü iyi yap, tabii ki getirisi de olsun, oluyor da zaten. Bir dönem radyo gibiydi, bir şarkı bitiyor diğeri başlıyor arka arkaya… Bir diziye beş tema yapılıyordu. Toygar tematik çalışmanın, karakter müzik yapmanın önünü açtı. Başka başarılı isimler de var, hepsinin adını veremesem de şimdi.
Dünyadan da şu arkada fotoğrafını gördüğünüz, en çok ‘İyi Kötü Çirkin’le tanınan Ennio Morricone’yi ikon olarak görüyorum. Tabii John Williams’a hayran olmamak elde değil. Hatta Morricone’nin bazı eserlerini ben de bestelermişim orada olsam gibi düşünürüm ama John Williams’ın eserleri için bunu söyleyemiyorum. Mesela ben ‘Star Wars’u besteleyemezdim. Hiçbir zaman, hiçbir çağda, hiçbir şekilde yapamazdım. Morricone daha insani geliyor bana, “Ben de çalışsam bunu yapabilirdim” diye düşünüyorum. Williams ise üst insan gibi. Hans Zimmer’i de dünyada bir şeyleri değiştirme cesaretinde bulunduğu için saymak gerekir. Hollywood’da senfonik bir müzik vardı yıllarda. O, “Nereye kadar?” deyip farklı bir müziği yerleştirdi sektöre. Bir filmin müziği için kiliseye gidip oradaki orgla aylarca çalışmış örneğin. Bunlar çok kıymetli geliyor bana ve zaten duyduğun zaman anlıyorsun bu kaliteyi, farkı.
Şu anda hangi projelerde çalışıyorsunuz Masumlar Apartmanı dışında?
‘Kardeşlerim’ dizisinin müziklerini yapıyorum, çok keyifli bir gençlik dizisi. ‘Hayaller ve Hayatlar’ diye beIN Connect’te yayınlanan bir proje var zevkle yaptığım.
Sizin şarkılar yazdığınızı da biliyoruz. Dizi müziği dışında, kendi şarkılarınızı yayınlamak gibi bir planınız, projeniz var mı?
Başladım o şarkılar üzerinde çalışmaya. Bir şarkımı pandemide müzisyenlere destek olunması için hazırlanan ‘Olta Dayanışma Albümü’nde yayınladık. Orada ben söylüyorum şarkıyı, çok da güzel tepkiler aldım. Ama şarkıcılık iddiasında değilim, daha çok yazdığı, sevdiği şarkıyı kendisi söylemek isteyen bir müzisyen gibi görülmek isterim. Şimdi Gözde Öney ile bir şarkımızı hazırladık. Benim bestem, Gözde Öney solist oldu. Yakında o yayınlanacak. Bundan sonra da ‘featuring’ yapmak istiyorum. Benim şarkılarımı, benim düzenlemelerimle iyi şarkıcılarla birlikte okuma isteğim var, bunları da yavaş yavaş yayınlayacağız.