Tuğba Sivri
Okuyan Güzel Kitap Kulübü vasıtasıyla tanıştığım Macar yazar, filoloji doktoru ve Macar Dijital Edebiyat Akademisi’nin (Digitális Irodalmi Akadémia) kurucusu Magda Szabó’nun ‘Kapı’ adlı romanından bahsetmek istiyorum. Yapı Kredi Yayınları, 1987 yılında yazılan bu romanı ilk defa 2007’de, Hilmi Ortaç’ın Macarca orijinalinden yaptığı çevirisiyle yayınlamış ve 2021’de kitap yedinci baskısını yapmış. Yazara 2003 yılında Fransa’nın Femina Ödülü’nü kazandıran bu roman, özel bir ilgiyi hak ediyor.
Dünya edebiyatına damga vurmuş erkek karakterler vardır: Yabancılar, yeraltı adamları, Oblomovlar… Yerli edebiyatımız da bu konuda oldukça zengindir; aylak adamlardan tutunamayanlara, oldukça incelikle kurulmuş erkek karakterlere aşinayız. Aynı derinlikte kurgulansalar da kadın karakterlerin bu denli kuvvetli izleri olabiliyor mu, tartışılır. Belki feminist hareketin güncel küresel etkisi, bu rüzgârın yönünü kadınların lehine çevirmeye başladı diyebiliriz. Kadınların ne yaşadıkları, ortak kadınlık durumları hem edebiyat özelinde hem de farklı kurgusal türlerde tiplerden uzak, çok yönlü şekilde ele alınıyor artık. Tabii eski metinler de bu gözle yeniden okunmaya, yeniden yorumlanmaya açık hâle geliyor. ‘Kapı’, dünya edebiyatına böyle güçlü bir kadın karakter armağan ediyor.
HUYSUZ, YAŞLI, ‘DEĞİŞİK’ BİR KADIN
Bir yazarın, evinin temizliği ve yemek, ütü gibi işleri için bir yardımcıya ihtiyaç duymasıyla başlıyor hikâye. Emerenc, yaşlı ama güçlü bedeniyle bu işi hakkıyla yapan bir ev işçisi. Çalışacağı insanları, çalışma şartlarını, hatta yapacağı işleri kendisi seçen; insanlarla ilişkisini kendi adalet anlayışına göre düzenleyen, sınır tanımazlığıyla zaman zaman okuru rahatsız eden, ayrıksı bir kişiliği var Emerenc’in. Yazarla ilişkisi, sürekli gergin bir ip üzerinde ilerliyor. Evinin içine kimseyi kabul etmeyen, misafirlerini kapısının önündeki avluda ağırlayan Emerenc, başkalarının -özellikle de çalıştığı evlerin sakinlerinin- sınırlarına pek de saygı duymuyor. Otoriteyle sorunu var ama kendi otoritesi söz konusu olduğunda sorgu kabul etmiyor. Bu hâliyle tam bir “huysuz yaşlı kadın” Emerenc, ihtiyarlığın hakkını veriyor.
Ama Emerenc’i güçlü bir karakter kılan bu sert ve tavizsiz tavrı değil. En azından sadece bu değil. Yazarla ilişkisi yıllar içinde kuvvetlendikçe biz de Emerenc’in geçmişine dair bilgi kırıntıları edinmeye başlıyoruz. Evlatlık oluşu, kardeşlerini trajik şekilde kaybedişi, savaş sırasında ve sonrasında kaçakları evinde gizleyişi, hayatında bir kere bir erkeğe gerçekten güvenişi, güveninin kökünden sarsılışı, şefkatli bir bağ kurmayı hiçbir zaman beceremeyecek oluşu… Emerenc, yaşadıklarını bir mağduriyet anlatısı olarak kurgulamıyor, sadece hayatın böyle bir şey olduğunu düşünüp bu dünyada işe yarar ne yapılabilirse onu yapması gerektiğine inanıyor. Bu inancı öyle kaderci bir duruş da değil aksine, Emerenc’in kaderle ve dinle uzlaşmaya hiç niyeti yok. Dinle ilişkisi, bir kilise bağışı sırasında kendisine en kötü kıyafetlerin kalması sonucu tamamen kopuyor. Yazar, yani roman karakteri olan yazar, düzenli kiliseye giden biri olarak bu denli basit bir nedenle Tanrı’ya arkasını dönen Emerenc’i asla anlayamıyor, ondan daha “sofistike” bir neden bekliyor. Ama yok. Emerenc, her türlü iktidarı olduğu gibi din iktidarını da yok sayıyor ama bunu ezilenler, adaletsizlik, kilisenin yolsuzlukları gibi politik bir nedenle değil, tamamen kişisel ve tekil bir deneyime dayanarak, hiç meşrulaştırma gereği duymadan yapıyor.
BEDEN, ZİHİN VE İKTİDAR İLİŞKİSİ
Emerenc için her türlü iktidar yozdur, zorbadır. Hangi siyasi ajandaya göre hareket ediyorsa etsin, iktidar sahibiyse görev buyurur ve diğerlerine ne yapacağını söyler. Bir ev işçisinin bunları söylemesi, özellikle bedensel emeğin hor ya da yok görüldüğü bir küresel kapitalist kültürde oldukça çelişkili görünebilir ama Szabo, Emerenc’i öyle bir iç tutarlılıkla kurgulamış ki çalıştığı evlerde işverenlerle ilişkileri, Emerenc’e bu türlü bir iktidar eleştirisi sunabilme gücü veriyor. Emerenc “görev tanımını” kendi belirliyor, maaşını ve çalışacağı saatleri kendi belirliyor, hangi işi nasıl yapacağını kendi belirliyor ve bir ev işçisiyle ev sahibinin olağan kabul edilen ilişkisinden çok farklı olarak buyurgan ve kendisinden çekinilen taraf, Emerenc oluyor. Peki, yaşlı bir kadını, hele hele evlerin temizliğini yapan yaşlı bir kadını bu denli nüfuzlu kılan şey ne? Aslında Emerenc, kendi dünya görüşünü bir şekilde etrafındaki insanlara dayatmayı ya da en azından kabul ettirmeyi başardığı için bir üstünlük kuruyor. Onun hayat görüşüne göre, “iki tür insan vardı(r): süpüren ve süpürmeyen”. Bedensel işleri zihinsel işlerden üstün tutan, kendi yemeğini yapıp kendi evini temizlemeyen insanları eksik gören, yazarlık gibi yaratıcı ama somut şekilde dünyada bir değişiklik yaptığına inanmadığı işleri tali ve hatta gereksiz bulan bu kadın, güçlü bedeniyle kendinden gençlerin erişemeyeceği bir çeviklikte oluşuyla gurur duyuyor. Bu kendinden eminlik ve belki de küstahlık, insanlarla ilişkisinde ona duygusal bir üstünlük sağlıyor. Nitekim yazar, sık sık kendini onun karşısında suçlu, eksik ya da yanlış bir konumda bulup hatalarını düzeltmeye çalışıyor.
Tabii Emerenc’in zayıflıkları da var, her iyi kurgulanmış karakter gibi. Asla açmadığı kapısının öte tarafında ne olduğuna dair onu tanıyan çevrede binlerce senaryo ortaya atılırken ne kendini açıklama ne de “ayıp olur” kaygısıyla sınırlarından taviz verme niyetinde olan Emerenc, kimseyle kurmadığı uzun soluklu yakın ilişkiyi yazarla kurarak bu mahremiyeti tehlikeye attığını da seziyor. Nitekim yazar, her ne kadar buna tüm gücüyle karşı durmaya çalışsa da, Emerenc’in yıllarca korumayı başardığı bu mahremiyetin ihlâlinin sebebi oluyor. Emerenc, kendi kurallarıyla, kendi sınırlarıyla, kendi olarak insanlarla ilişki kurma konusunda yıllarca büyük bir yetenek geliştirmiş olsa da insanın öngörülemezliği; insan bedeninin ne kadar güçlü olursa olsun zayıf, fani, zarar verilebilir oluşu ve belki de her şeyden çok mahremiyet hakkının yaşlandıkça insanın elinden kayıp gidişi karşısında çaresiz kalıyor.
Kitabın bir yerine geldiğimde, bunun bir kurgu değil anı kitabı olup olmadığını kontrol etme gereği duymuştum. Çünkü yazar -sanıyorum bu çevirmenin de başarısı- sanki başından geçenleri bir arkadaşına anlatır gibi yazarken diğer yandan öyle güçlü bir dünya kuruyor ki bu denli fütursuz, norm dışı, alışılmadık bir yaşlı kadının gerçekten bir yerde yaşadığından emin oluyorsunuz. Nitekim Emerenc’e ilham veren bir çalışanının olduğunu söylüyor yazar, tamamen kurgu da değil aslında Emerenc.
Roman, birbirinden tamamen farklı iki kadını merkeze alırken en çok da insanların yaşamla, yaşlanmakla ve diğer insanlarla yüzleşmek zorunda kaldıklarında ne kadar kırılgan olabileceğini ince ince işliyor. Kitabı bitirirken aklıma, Sezen Aksu’nun sesiyle, şu dizeler düşüyor:
“Lakin
Hayat fışkırır damarlarımızdan
Onca şeye rağmen
Doyasıya, ölesiye
Ve biz bir yandan yüzü kızaran insan
Hayvan gibi atlarız avımızın üstüne
Hem katil
Hem kurban”