Var olmanın tarifsiz gerginliği eserlerine hayat veriyor

Baharın gelişiyle birlikte, İstanbul kültür-sanat hayatı da yeni sergiler ve performanslarla sanatseverlere birbirinden güzel örnekler sunmaya başladı. Bu sergiler arasında en çok göze çarpanlardan biri de Kadıköy, Kargart‘ta sergilenen Fade-out (Sönümlenme). Genç sanatçılar Sevda Balaban ve Elif Fırat‘ın çalışmalarını sanatseverle buluşturduğu sergi, bünyesinde önemli alt mesajlar barındırıyor.

Sönümlenme; sanatçıların, üretim sırasında iç dünyalarında oluşan düşüncelerin, esere dönüşürken yavaşça yitip gitme halini temsil ediyor. Sonunda ortaya çıkan birbirinden bağımsız yapıtlar, kayıp düşüncelerin gölgesinde seramik, heykel ve resime dönüşüyor. Sanatçılar, iç çatışmalarından beslenerek kendilerine özgür bir alan yaratıyor. Seyirciye de izleyip anlamlandırmak kalıyor.

Eserlerde modern insanın düşünsel prangaları; zaaflar, farkındalıklar, saplantılar, bencillik, varoluş kaygısı, baskı, algı, tüketim ve üretim gibi kavramlar karşılık buluyor. Eserlere daha yakından bakıp, daha iyi anlamlandırabilmek içinse sanatçıları yakından tanımak gerekiyor.

“İNSANLAR KENDİLERİNDEN BİR PARÇA BULMALI”

– Nereden geldiniz; yaşam yolculuğunuz sanat üretimine nasıl çıktı ve nereye varmak istiyorsunuz?

Sevda Balaban: 1992 yılında Çanakkale’ de doğdum. Güzel Sanatlar Lisesi’ndeki resim eğitimimden sonra Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü’nden mezun oldum. Öncesinde resim ile başladığım sanat yolculuğu, çeşitli süreçlerle evrildi ve şuan üzerinde çalıştığım heykel/diyoramalarımla beni beslemeye devam ediyor. İnsanların işlerimde kendinden bir parça bulması beni mutlu ediyor.

Elif Fırat: 1994 yılında İstanbul da doğdum. Çocukluğumdan beri elimden kağıt kalem hiç eksik olmazdı. Bu da benim lise ve üniversitede sanatla uğraşmamın en büyük kaynağı oldu. Heykel; seramikle tanıştığımdan bu yana kendimi ifade etme biçimim, düşüncelerimi kusursuzca anlatabileceğim bir yer oldu. Yaşadığım duygular son derece gerçek. Heykellerimin insanlara birer ayna olmasını arzu ediyorum.

ACI VE MELANKOLİ

– Serginizin ana teması ve alt mesajları nelerdir?

E.F: Çalışmalarımızın ayrı alt mesajları mevcut. Beni soracak olursanız; temalarım, duygu durumlarımın birer yansıması. Acıdan besleniyorum diyebilirim ya da melankoli; kısaca duygularımla üretiyorum. Çevresel faktörlerden dolayı üzerimizde baskı hissettiğimiz dönemler oluyor. Yaşadığım zorlukları dışarıdan kendime bakan bir göz ile yorumluyorum.

S.B: Doğrusu, bir metin belirleyip üzerine çalışmayı kısıtlayıcı buluyorum. Genellikle bir şey üretmeden önceki çıkış noktam; günlük hayatta uzayıp giden bir listenin maddeleri şeklinde. Bu listede zaaflar, farkındalıklar, temaslar, saplantılar, bencillik, varoluş, baskı, algı, tüketmek ve üretmek gibi kavramlar var. Diyoramalarda, düşlediğim mekan ve figürleri, kurguyla somut hale getiriyorum. Melankoli meselesi de burada devreye giriyor; mekanlarım da bir terk edilmişlik hissi göze çarpıyor.

– Sergiye ekleyeceğiniz eserleri hangi kriterlere göre seçtiniz?

E.F: Kompozisyona önem verdik. İşlerim arasında üç tane rölyef ve salyangoz var, onlar aynı zamanda bir serinin parçaları. Diğer bileşenlerle birlikte toplam altı parçadan oluşuyor. Çizimleri düzenlerken eserlerimiz arasında eşitlik gözettik. Boyutlara ve sıralamanın ortamda yaratacağı etkiye göre düzenledik. Seyircinin aklında kalacağı ve yer edeceği şekilde baştan sona yoğun bir çabayla planladık.

PLAN YAPMA, AKIŞA BIRAK

– Sergiyi, yoğun duyguların üretim aşamasında sönümlenmesi üzerine inşa ettiğinizi söylüyorsunuz. Bahsettiğiniz bu sönümlenme sakin bir sağaltım ve ferahlama mı yoksa şiddetli bir dışa vurumla içten atma zorunluluğu şeklinde mi ortaya çıkıyor?

E.F: Üretim süreci benim için anlık bir şey. Genelde önce eskiz yapılır, ardından çalışmaya başlanır, ancak benim tercih ettiğim üretim süreci bu değil. Aklımdaki eser o şekilde canlanmıyor. Çünkü önce alt metni yazıp üzerine üretmeye başladığımda kendimi bir kafes içinde gibi hissediyorum ve eskize dayanarak ürettiğim eser de aslında beni tatmin etmiyor. Her şey zihnimde olduğu için direkt çamuru önüme alıp çalışmayı tercih ediyorum. Olaya üç boyutlu olarak baktığımda, hissettiğim duygunun izleyiciye nasıl geçebileceğini üretim anında, akışta görebiliyorum ve rötuşlarla heykelimi yaratıyorum. Üretim süreci benim için akış içinde, doğal olarak kendi içinde gelişiyor; duygu durumum da keza. Duygu durumum üretim süreci boyunca değişiyor ve bu değişim de elbette eseri etkiliyor. İş bittiği zaman metin kendi kendine oluşuyor; yani süreç içinde ortaya çıkıyor.

S.B: Benim için eser bir anda ortaya çıkıyor. Önceden kurduğum bir şey olmuyor; sürekli dönüşüyor, değişiyor, evriliyor ve bünyesine başka şeyler katıyor. Dolayısıyla, eser sürekli şekilde değişiyor. Önceden planlanmış bir metin üzerine çalışmayı çok kısıtlayıcı buluyorum. İki hafta önce başladığım bir iş, süreç ilerledikçe bambaşka bir şeye dönüşüyor. Doğru olduğu düşünülen çalışma biçimi genelde aklındakinin bir maketini çıkarmakla işe başlamak olarak görülüyor. Sonra o ölçüyle sınırlı kalıp makete bağlı kalıp çalışman bekleniyor. Bu, benim için çok kısıtlayıcı bir tercih. Alt metni önceden yazmak da benim için aynı şekilde kısıtlayıcı, bunu pek tercih etmiyorum.

ÜRETİM SÜRECİ

– Üretime başlamayı genelde hangi duygular tetikliyor?

E.F: Depresyona girdiğimde örneğin, üretim o depresif anda başlamıyor. Daha çok depresyondan çıktıktan sonra geriye dönüp baktığımda oluşmaya başlıyor. Yani o hisleri yaşıyor, sindiriyor, ardından rahatlamaya başladığım anda üretmeye başlıyorum.

S.B: Zaman zaman işlere yansıttığım bir melankoli hissi oluyor ama her zaman değil. Üretim sürecinde yaptığım eseri izlemekten büyük bir keyif alıyorum. Üretim süreci bana keyif veren, beni mutlu eden bir süreç.

– En çok hangi duygu sizi üretime itiyor?

E.F: İşlerimi yapmaya başlamadan önce depresyona girmeme sebep olan şey, yani baskı. Bu, günlük hayatta karşılaştığımız toplumsal baskı ya da her insanın kendi üzerinde hissedebileceği duygusal baskı ya da şiddet de olabilir; eserlerimin kaynağı bunlar.

S.B: Bir eser üzerinde çalışırken heyecanlanıyorum. Üretim sürecime ise daha çok biçimsel bakıyorum. Elbette hislerimle hareket ediyorum ama bir işin etrafında 360 derece döndüğümde kompozisyondan haz duyuyorsam o iş benim için doğru bir iş oluyor.

“ESERLERİM AYNA OLSUN İSTERİM…”

– İzleyicinin eserlerinizi izlerken neler hissetmesini istersiniz?

S.B: Bunu, izleyiciye bırakıyorum; tamamen izleyiciye kalmış bir şey. Zaten o yüzden alt metin ile çalışmayı tercih etmiyorum.

E.F: İşlerimde gerçekçi olmaya çabalıyorum. Hepimiz duygusal şiddete ve baskıya maruz kalıyoruz. Yaşadığım o hali, üç boyutlu olduğunu bildiğimiz heykele döküp bir şekilde rahatlıyorum. İzleyici de o işe baktığında onun verdiği hissi yakalasın, baskıyı hissetsin, işim onun için bir ayna olsun istiyorum. İzleyici o işe baktığında ufak da olsa bir şey hissediyorsa, o iş yüreğine dokunuyorsa; yaptığım iş öncelikle beni tatmin ediyor ve başkalarına da şifa veriyorsa bana yetiyor.

– Eserlerin bende bıraktığı etki ferah bir histi. Aslında depresyonla daha yakın bir temas kuracağımı ve daha karanlık işlerle karşılaşacağımı düşünüyordum. Bu his; mekanın terk edilmesi, cinsiyete dayanmayan yüzler ve şifalanmak ile birlikte düşünüldüğünde, bağlardan kurtulup özgürleşme şeklinde tarif edilebilir. Bu bağlamda, eserlerinizin izleyicide özgürleşme hissini tetikleyebileceğini düşünmüş müydünüz?

S.B: İkisinin belirli noktalarda birbirini beslediğini düşünüyorum. Figürleri yaparken bununla bağdaştırdığımı söyleyebilirim. Çünkü figürlerin hepsi yer altından çıkıp yüzeye ulaşıyor ve o figürlerin hepsi de biçimsel olarak olabildiğince parlak.

E.F: Sergideki eserlerin dizilimi, duygu durumlarımızı yansıtıyor. Terk edilmişlik, baskı, şiddet bunların tümü, depresyon halinin getirdiği melankoli hissiyle buluşuyor. Duygu evrelerimiz gibi düşünülebilir aslında. Önce melankoli ile çöküyor ve en dibe vuruyorsunuz, ardından şifalanmış ve aydınlanmış olarak tekrar yüzeye çıkıyorsunuz.

SÜREKLİ DÖNÜŞÜM

– Eserlerinizi üretirken zihninizde kurguladığınız hayali bir izleyici kitlesi var mı?

E.F: Yaptığım işlere karakter yüklüyorum, onlarla konuşuyorum. Örneğin, bir işe başlıyorum; o benim aslında, ancak konuşarak onu başka birine dönüştürüyorum. Bu noktada izleyicinin beni nasıl göreceğini düşünüyorum ve huzurlu görmesini istiyorum. İnsanların, eserlerimde güçlü bir duygu yakalamasını arzu ediyorum ve aldığım geri dönüşler, yakaladıklarını gösteriyor. Fakat işi üretirken izleyicinin beklentilerini pek düşünmüyorum.

– Schiller, çalışırken masasındaki çürük elmayı ara ara kokladığında kendini başka diyarlara gidiyormuş gibi hissettiğini söylemiş. Sizin de üretim sürecinizde özel bir ritüeliniz var mı?

S.B: Üretim süreci benim çok keyif aldığım, an içinde mutlu hissettiğim bir süreç, fakat özel bir ritüelim yok.

E.F: Benim temel ritüelim, en ağır duygusal şarkıları arka arkaya dinleyip ondan sonra işe başlamak. Bir nevi yarayı kaşımak gibi düşünebiliriz. O duyguları hatırlamak benim için çok önemli, bu ritüeli gerçekleştirmeden metin de yazmam üretime de başlamam.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir